Heyecanlıyım. Kitabın yazarı Hasan Reyhanoğlu
liseden arkadaşım. Dile kolay 6 sene aynı sınıfta okumuşluğumuz var...
Mürşid; 8. yüzyıl Bağdad’ında Harun Reşid ve
çevresinde geçen, gerçek kişi ve olaylardan esinlenilmiş, mistik ögeler
barındıran, masalsı diliyle, Binbir Gece Masalları tadında, öykü içinde öyküler
barındıran; üzerinde çokça düşünülüp araştırılmış, entelektüel bir kurgusal eser.
Bir solukta okudum.
Kitabın ana
eksenlerinden ve bence en güçlü yanlarından bir tanesi; kahramanın kendisiyle
hesaplaşıp yüzleşmesini detaylı işlemesi. Bazen ‘Ruhunun en karanlık gecesi’
diye adlandırılan, Joseph Campbell’ın Kahramanın Yolculuğundaki “eşik- çile ve
büyük değişim” diyebileceğimiz adımı; kendi başına apayrı bir kitap konusu
olabilecek 3 aşamalı içsel yolculuğu çok dokunaklı bir şekilde vermiş.
Kitap kadar; arka planı, yazma süreci, yazarın
bu zaman zarfında yaşadıkları, açıkçası bir eserin doğumu kadar sonrası ve öncesi,
doğum sancıları da ilgimi çekiyor...
Hasancığım, seninle son yıllarda olan
görüşmelerimizden yazdığını-çizdiğini-blog tuttuğunu biliyordum. Yalnız lise
yıllarından aklımda kalan Hasan başka. Fen bilimlerine meraklı, sessiz, sakin
ve çalışkan bir öğrenciydin diye anımsıyorum. İyi bir okur olmanın dışında, o
yıllarda yazmak eylemiyle aran nasıldı, bir şeyler karalar mıydın? Kompozisyon
yazmamız beklenirdi Edebiyat derslerinde bazen. Nasıl bulurdun kendini?
Şeydacığım, hatırladıkların doğru. Zaten
sonrasında üniversitede mühendislik okudum. Ancak o dönemde yakın çevremdeki kimi
arkadaşlarım edebiyat ilgimi de hatırlayacaklardır. Tabii o dönemler roman
yazmak yoktu planlarım arasında ama her zaman iyi ve meraklı bir okuyucuydum.
Gene de belirtmem gerek; erken dönem ilgi alanlarının ve becerilerinin üzerine
gitmek gerekiyor. Herkesin belirli konulardaki olgunlaşma dönemi farklı, herkesin
bir zamanı var, bir gün kafana dank ediyor, belirli bir konunun nasıl
işlediğini, iç yüzünü görüp anlayabiliyorsun, belki bir ipucu yakalayıp, belki
ustasından öğrenip.
Malcolm Gladwell’in fenomen bir kitabı var: Outliars.
Bu kitapta “on bin saat kuralı” diye bir kuraldan söz eder. İnsanların belirli
alanlarda ustalaşmaları için o alana merak duymaları ve başlangıçta belirli bir
beceri göstermeleri faydalıdır elbet ama yeterli değil. İşin temelinde
çalışmak, elinden geleni değil işin gereğini yapmak var. Bunun için de “yaratım
ya da ustalaşma yolunda asgari on bin saat çalışmak gerekir,” der Gladwell,
elbette isteyerek, anlayarak, kendini vererek, deneyerek.
Itzhak Perlman’a “Muhtemelen siz dünyanın
keman çalmadaki kutbusunuz,” derler. “Çok naziksiniz,” der Perlman. “Ya Jascha
Heifetz,” derler… “Ben tanrının işine karışmam,” der Perlman.
İşte o Heifetz’e bir hanım bir gün, “Sizin
gibi keman çalmak için ömrümü verirdim,” deyince Heifetz “Ben verdim,” der, bu
kadar kısa, net ve yalın.
Yazmanın temeli önce okumak, sonra okudukların
üzerine konuşmak, tartışmak, yazma denemeleri yapmak. Okuduklarını nasıl
yazıldığı gözüyle incelemek. Nasıl daha doğru, daha sade, daha etkili yazabileceğine
dair kafa yormak, denemeler yapmak, ipuçlarını araştırmak, öğrenmek.
Basit bir öykü yazarken hatta bir olayı
anlatırken dahi çok fazla tercih yapıyoruz. Kahramanları, dili, ifade tarzı,
anlatının hangi zamanda nasıl bir mekânda geçeceği, ne zaman anlatılacağı, kimin
anlatacağı, kurgusu… Sonra diyalogları, anlatımı, sahnelerin kurgulanması. Her
bir paragrafı sahne olarak mı ele almalı, yoksa düz mü anlatmalı? Bunların her
birini ayrı ayrı geliştirmek mümkün. Geliştirmek içinse yönlendirilmiş okumalar
yapmak, yazarlarıyla konuşmak, tartışmak önemli bir adım. Bu konuda şanslı
olduğumu düşünüyorum. Okumalarım dışında anlatan, dinleyen, eleştiren, okur
yazarlığın hakkını veren bir çevrem oldu. Evet, çok önce de yazardım ama
kurgulu ve biraz daha nitelikli yazmaya lise son sınıfta başladım
diyebilirim.
Kitap yazmak düşüncesi aklının bir
köşesinde var mıydı o yıllarda? Ne zaman ve nasıl gelişti?
Kitap yazmayı ilk olarak yirmili yaşlarımda
düşündüm. Yazdıklarım çevremde ilgi çekiyor, paylaşılıyordu. Bir ifade, anlatım
tarzı tutturmuştum. Herkes en başta anılarını yazmayı düşünür, yazmada aşılması
gereken bir eşiktir. Bilmiyordum tabii. Ben komik fıkralar yazıyordum
anılarımdan. Hala mektup gönderme diye bir şey vardı hayatımızda, ben de
yazdıklarımın arasına kendi yazdığım fıkraları, anekdotları sıkıştırıyordum. İlk
olarak onları bir kurguda birleştirmeyi düşündüm. Bir yazar sözüdür: “Herkesin
ilk kitabı kendi çocukluğudur.”
Kitaptaki ana temalardan biri adalet. İlk
kitabının “adalet” konusu çerçevesinde şekillenmesinin herhangi özel bir nedeni
var mı?
Adalet için çabalarım, ancak başkasının,
özellikle beraber çalıştığım, yaşadığım, ilişki içinde bulunduğum insanların ne
düşündüğü daha önemli tabii. Adaleti sağlamak kolay değil. Hukuk ile adalet de
aynı şey değil. Hukuk, sözcük anlamıyla haklar demek. Adaletse bu haklar
arasında dengeyi sağlayabilmek. Bunun için her meseleyi en ince ayrıntısına
kadar irdelemek gerekiyor. Eksik bilgi ve değerlendirmeyle adalet sağlanamaz.
Hepimiz kendi seçimimiz olmadan bir yerde
doğduk. Doğar doğmaz etrafımızda bir dünya vardı. İbni Haldun’un dediği gibi
coğrafya kader oldu da onunla sınırlı mı kaldı. Bazen aile kader oldu, bazen
zaman. O ailede o gün doğduk diye birileri bize dost, birileri düşman oldu.
Bunun neresi adalet? Ya adalet dediğimiz şey zamana, mekâna göre farklılık
göstermez mi?
Ben adalet kadar mülkiyet konusunu da irdeledim
kitapta. Eğer bir ortamda azınlık çok zenginken çoğunluk açsa, bu durum
yetenekle, iş bilmekle açıklanamaz. Sebebi adaletsizliktir. Mürşid’de bu soru
ve meselelerin tümüne ilişkin uzun sorgulamalar var kahramanlarımız arasında.
“Spoiler” etkisi gibi olacak ama; kitap çok
güzel bir şekilde Harun Reşid için “adalet” döngüsünü tamamlarken, karısı
Zübeyde bundan muaf kaldı diye hissettim. “Ettiğini bulmadı” gibi geldi. Bunu
tercih etmenin nedeni ne oldu?
Kitabın en çok eleştiri aldığı konulardan
biriydi bu. Açıklamaya çalışayım. Birincisi Harun asıl yetki sahibi olduğu için
dolaylı olarak Zübeyde de Harun’un kararlarından etkileniyor. Sonuçta
Zübeyde’nin istediği olmuyor, şikâyeti sonuç bulmuyor. Harun meselenin esasını
anlayınca Zübeyde için nasıl bir karar alacağı, onu nasıl idare edeceği
Harun’un meselesi.
İlaveten pratik olarak şöyle de bir durum var.
Zübeyde zamanın en güçlü kadını, Harun’un yaşadığı fikrî dönüşümü yaşamış,
atladığı eşiği atlamış değil. Doğrudan cezalandırılması Zübeyde’yi hırslandırır,
intikama yönlendirir. Bunun herkese zararı var. Ben Zübeyde’yi bir anti
kahraman ya da romanın kötü kişisi olarak tasarlamadım. Zübeyde Bağdad’ın karış
toprağı üzerinde aşırı hassas. Bu şehir çok sevdiği, onu el üstünde tutan
dedesinin eseri ve şehri aile yadigarı olarak görüyor. Kendince lüzumunu
yapıyordu Zübeyde.
Güç zehirlenmesi tarihin her anında, her idare
biçiminde yaşanmış bir sorun. Tepede manevi bir güce dayanan ve her şeyin başı
olup denetlenemeyen bir yöneticinin kendini hukukla eşdeğer tutması da uygarlık
tarihi kadar eski bir konu. Zübeyde bir an için böyle bir yanılgıya düşüyor. O
aşamadaysa kışkırtılması değil idare edilmesi gerekiyor. O da Behlül’ün değil,
Harun’un derdi.
Kitabında sıklıkla rastladığımız başka bir
öge, bize mistik havayı sıkça solumamızı sağlayan rüyalar. Eskiden rüya
yorumcuları bile varmış. Kitabın için rüyaların anlamı ve rolüyle senin için
rüyaların anlamı ve hayatındaki rolü nedir?
Rüyaların benim hayatımda alışılmışın dışında olağanüstü
bir rolü yok ama hatırladığım rüyalarımla çok ilgiliyimdir. Hatırlamak için
çabalarım, kalkıp not alırım, ilk fırsatta unutmamak için yazarım. Çok da
gülerim rüyalarıma, üzerine düşünürüm. Bununla beraber rüya konusuna daha
bilimsel bakıyorum. Bilinçaltında birbiriyle ilişkisi olmayan nöronların tuhaf
bir biçimde coşup ilgi kurduğu bir oyun alanı rüyalar, müthiş yaratıcı bir hal.
Daha fazla hatırlamak mümkün olsaydı, daha fazla beslenirdik rüyalarımızdan.
Bilinçaltımızı daha iyi değerlendirir, daha az hastalanırdık. Daha kolay çözüm
bulurduk birçok sorunumuza.
Kitapta öyle değil. O dönem için rüyalar hayli
önemli ve değerli. Rüya tabirciliği muteber bir meslek. Kitap dönemin ruhunu hakkıyla
yansıtabilmek için o dönemin önemsediği konuları, değeri ölçüsünde önemsemeye
çalışıyor. İrrasyonel uygarlık tarihinin İslam’ın payına düşen ciddi bir yansıması
var. Olağanüstü ya da mistik dediğimiz çokça olay var sözü edilen, mucizeler,
olağanüstü varlıklar, insanüstü becerilere sahip şahıslar. Dönemin özellikle
sözlü anlatımlarında yer bularak, tarihi arşınlayarak bugüne kadar gelmiş
fevkalade hikayeleri bunlar. Her zaman ziyadesiyle ilgimi çekmişti.
Gelelim kitabı yazma sürecine. Annelik
kavramı veya arketipi dünyada genel geçer bile olsa, her annenin çocuğuyla
yaşadığı süreç farklı. Her annenin her bir çocuğuyla yaşadığı süreç bile
farklı. Benzer şey bence yazmak için de geçerli. Her yazarın kitabıyla ilişkisi
eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır olsa gerek. Bazı yazarlar
karakterlerinin kendisini sürüklemesine izin veriyor, bazıları karakterleriyle kavga
ediyor. Kimileri ilham geldikçe yazarken kimileri düzenli. Orhan Pamuk bir
röportajında, her gün düzenli ofise gidip sabah 9-akşam 5 yazdığını belirtmişti.
Senin kitabı yazma sürecin nasıldı?
Ben yazdıklarımın, kurgumun beni sürüklemesine
izin veririm ama kahramanların beni sürüklemesine çok da izin vermem. Kurgu,
yan hikayeler ve kahramana dair ilk fikirler ilhamla ilişkili tabii. Ancak kahramanı
iyice işlemek, onunla beraber yolculuk etmek şart benim için. En kolay düşülen
tuzaklardandır kahramanı uçurmak. Hâkim olmazsanız uçar. Uçarsa roman elinizden
uçar gider, tutarlılığı yitirirsiniz.
Romanı tutarlı kulvarlarda tutabilmenin bana
göre üç şartı var. Birincisi analitik düşünme becerisi, ilk ve olmazsa olmaz
şart. İkincisi kurgulama aşamasında kahramanın sadece yazdığınız değil,
yazmadığınız hallerine de yeterince kafa yormanız. Ana eksende olmayan, sonradan
kurguladığınız bir yan hikâyede yer verdiniz kahramanınıza, nasıl davranacak,
ne diyecek? Romanda yer almayan, anlatmadığınız geçmişinden, deneyimlerinden,
ilişkilerinden güç alacak tabii. Üçüncüsü silmeyi bilmek, bu konuda acımasız
olmalısınız. Romana hizmet etmeyen her ne varsa -ne kadar iyi olursa olsun,
bağlansanız da sevseniz de- kahraman, yan hikâye, paragraf; acımadan, gözünüzü
kırpmadan hunharca silebilmelisiniz.
Yazma sürecime gelince, ben yaklaşık beş yıl
uğraştım bu romanla. Düzenli olarak araştırma, okuma yaptım. Okuyup
araştırdıkça hem kurgu hem konu derinleşti, dallanıp budaklandı. Hafta
sonlarımı yazarak geçirdim. Haftanın belirli günlerinde akşamları 3-4 saat
yazdım mutlaka. Yazımın bitmesi ile düzeltmelerin, yeniden okumaların bitmesi
arasında da bir yıl var. İhtimamdan, özenden ödün veremezdim. Olabildiğince
temiz ve tutarlı bir metin oluşturmaya çalıştım. Bunun için bıkmadan, usanmadan
çalışmak, çabalamak şart.
İlham demişken; bazıları ilham perisine
inanıyor, bazıları yazma faaliyetini biteviye yapmanın ilhamı getireceğine. Elizabet
Gilbert mesela, yazma süreci tıkandığında Einstein’ın “birleşimsel oyun”*
taktiğine başvurup bir çizim kursuna gidiyor. İlham senin için ne demek? Kitabı
yazarken tıkandığın noktalar olduysa nasıl aştın?
Şeyda bu çok derin bir soru ve bu soru üzerine
yazılmış kitaplar var belirttiğin ayrımı irdeleyen. Sanattaki önemli
tartışmalardan birine parmak bastın.
Rollo May, Yaratma Cesareti kitabında bu soruyu
enine boyuna farklı biçimleriyle baştan sona irdeler; en eskiden, ilk
örneklerinden; hatta ikisi de yaratıcığın farklı türlerini temsil eden Apollon
& Dionysos ikiliğinden başlayarak. Yunan Mitolojisinde Apollon akılcılığın,
eğitimin, çalışmanın, disiplinin getirdiği maharetin, sanatsal ustalığın
simgesidir. Dionysos ise esrikliğin, aşkınlığın, coşkunun, sarhoşluğun,
kendinden geçmenin getirdiği zihinsel halle gelen yaratıcılığın simgesidir.
Peki, sadece eğitimle, disiplinle, ustalaşmayla ama esin olmadan yaratım olur
mu sorusuna gene Apollon yanıt verir aslında, belki sözle değil ama
davranışlarıyla, yaptıklarıyla.
Apollon’un en yakın dostları, hayat
arkadaşları kimdir? Yunan kozmolojisine göre Zeus, dünyadaki düzeni
sağladığında yeterli bulmaz düzeni; sıkıcıdır dünya, sanat eksiktir. Bunun için
Titanlardan birini, belleği ve incelikli düşünceyi simgeleyen Mnemosyne’i
ziyaret eder, onunla dokuz gün geçirir. Bu birliktelikten, her biri sanatın
farklı bir alanını temsil eden dokuz esin perisi (muse: esin perisi) doğar. Bugün müzik, mozaik, mızıka, müze gibi
sözcükleri bu esin perilerine borçluyuz. İşte Apollon’un daima beraber gezdiği,
ikisinden çocuk sahibi olduğu en yakınları bu esin perileridir. Apollon,
kendisi akılcılığın, disiplinin, çalışkanlığın simgesiyken esin perilerini
sürekli yanında taşır.
İlham hikâye kurmak için gerekli elbette; yaratıcılığı,
yaratma hevesini, cesareti ve çalışma motivasyonunu artırıyor kuşkusuz. Herkesin
ilham kaynağı farklıdır. Kişinin bu yanını beslemesi şart; seyahat ederek,
okuyarak, enstrüman çalarak, tamamıyla farklı bir meşgale edinerek, doğayı gözleyerek,
sohbetlere karışarak, oyun oynayarak. Ben bunların tümünü keyifle yapıyorum,
hayatımda olabildiğince yer vermeye çalışıyorum. Senin belirttiğin gibi
özellikle farklı alanlarda geliştirilen beceriler farklı bakış açılarını
besliyor, tıkanıklıkları aşmada önemli katkılar sağlıyor. Ancak sonuçta yazmak
için bir masanın başına oturmak da şart ve hepimiz o kadar çok hikâye
biriktiriyoruz ki zaman içinde, yazmaya başlayınca dökülüyor sözcükler.
İlham olmadan yazmak ayağınıza dolanmış bir doktora
tezi yazmak gibi bir şey.
Aslında yazarın kitabıyla ilişkisi yazıp
yayınlandıktan sonra bitmiyor sanırım. Bu çerçevede çok değişik öyküler var. Bir
yazara, kitabını imzalatmaya gelen okur “kahramanınız gibi ben de boşandım” der.
Oysa kitaptaki esas kadın boşanmamış bile. Yazar okuru düzeltmez, çünkü kitap
basıldıktan sonra artık hikâyenin okura ait olduğunu düşünüyor. Kitap
basıldıktan sonra okura mı yoksa yazara mı aittir?
Verdiğin örnek çok güzel. Her okur her kitapta
kendisinden bir şey bulabilir, kendi ruhuna dokunan bir cümle, tavır, davranış,
fikir, kahraman, öykü… Bu yüzden her okuruyla yeniden yazılıyor her kitap.
Bence yazar bir noktada vedalaşıyor kitabıyla. Ne kadar sahiplenici, koruyucu
olsa da bir noktadan sonra yapamıyor. O noktadan sonra kitap okurun oluyor. Ben
de bunu kitabın matbaaya girdiğini öğrendiğim gün yaptım, kitabıma bir veda
yazısı yazdım ve vedalaştım. Artık ben de o kitabın bir okuruyum.
En etkilendiğim karakterlerin başında
yaşsız vakanüvis Vakkas Dede geliyor. Kullandığı dil takdire şayan. Edebi bir
tat bırakıyor damaklarda. Kitabın sonunda bir iki kelam etmesini dilerdim. Tam
bir yaratıcılık ürünü. Karakteri yaratma sebebini, karakterin nasıl ortaya
çıktığını okurlarımız da duysun istersen...
Mürşid sekizinci yüzyılın sonlarında geçen,
tarihe kaydı düşülmüş kişiler ve olaylar üzerine kurulu, kurgusal bir roman.
Bağdat’ta geçtiği, dönemin yaşamını, inanışlarını, meselelerini ve adalet
anlayışını konu ettiği ve irrasyonel İslam tarihinden beslendiği için, arka
planın doğru yansıtılabilmesi maksadıyla, anlaşılır olmaktan hiç ödün vermeden
biraz eskitilmiş bir dil kullanmak gerektiğini düşündüm. Hikâye eğer günümüzde
anlatıp yazan bir anlatıcı/yazarın dilinden çıkarsa dil romanda yapay duracaktı.
Dolayısıyla hikâyeyi halihazırda farklı bir dil yazıp konuşan, vaktin diline
hâkim ve bunu kullanması bir sakillik olarak görülmeyecek bir karaktere anlattırmayı
tercih ettim. Bu tercih bambaşka kapılar açtı, zira anlatımı bütünüyle
sekizinci yüzyıla sıkıştırmak, sonrasında bilinen, öğrenilen bilgi, söyleniş,
ifade ve edebiyat külliyatını bir kenara atıp hiçbirinden faydalanmamak
manasına gelecekti. Oysa anlatıcıyı sonraki dönemi yaşayıp bilen biri olarak
kurmak, ihtiyaç halinde dönem sonrası öğrenilen tüm bilgilerden yararlanmak,
anlatımı o dönem sonrasında gelişen türler, anlatım yolları ve ifadelerle
zenginleştirmek, daha yeni tarihli referansları verebilmek noktalarında eşsiz
bir fırsat sağlıyordu.
İkinci bir önemli nokta daha var. Tarihte yer
aldığı haliyle ve özellikle sözlü anlatımla aktarılanlar olağanüstü zengin
olmakla birlikte tutarlı değildir, çeşitli ve çelişkilidir. Bu çelişkiyi
çözmenin kısa ve kesin yolu, hikâyeyi dönemin bir şahidine anlattırmaktır.
Nitekim Vakkas Dede de “Gördüklerimi, yaşadıklarımı, işittiklerimi anlatsam
bazı tarih kitaplarını yeniden yazmak şart olur. Zira ne vakanüvisler tanıdım
nefesi üfürükçüden kuvvetli, hayal dünyası müneccimden âlâ, lisanı meddahtan
tatlı ama mübalağası da. Bazen nice kalem erbabının satırlarında kendi
yaşadıklarıma rasgelip de okuyunca şüpheye düştüm hafızamdan, yazılanda mı hata
var hatıramda mı diye. Hakikatin kaydını en tarafsızca en alasından tutan da
var ama. Mukayese şart!” diyerek bu noktaya parmak basar.
Bu mukayeseyi ben bilimsel sorgulamalarla ve
araştırmalarımla yaptım, çokça da çelişki yakaladım. Birine söyletmem
gerekiyordu, o da Vakanüvis Vakkas Dede oldu. Nitekim Vakkas Dede esasen sözlü
anlatımın tümünün romandaki vicdanı, aklı ve tezahürü oldu.
Mürşid’i bizlere hediye ettin. Mürşid’in
sana hediyesi, katkısı ne oldu? Kitabı yazarken veya kurgularken; kendine veya hayata
dair edindiğin önemli farkındalıklar neler oldu?
Saymakla bitmez. Elbette Mürşid’e başladığım
kişi olarak kalmadım. Hayat her anında bize çok şey öğretiyor. Öncelikle romana
bu kadar özeneceğimi, üzerine titreyeceğimi bilmiyordum. Her cümlesine,
noktasına virgülüne o kadar özendim ki, dönüp dönüp okudum, düzelttim. Sabırlı
olduğumu biliyordum ama sabrın tek başına işe yaramayacağını da yakından görmüş
oldum. Araştırman, masaya oturman, sayfalarca yazman, yeniden okuman, yeniden
yazman gerekiyor.
Yazmak çok asosyal bir uğraş. Dış dünyanın her
türlü uyarıcısından soyutlanarak, kapanarak, tek başına yapman gereken bir
etkinlik. Ne bu kadar asosyal kalmam gerekeceğini ne de gerekince kalabileceğimi
biliyordum.
Harper Lee ikinci romanını Bülbül’ü
Öldürmek’ten 55 sene sonra yayımlatıyor. Jack Gilbert, hem eleştirmenlerin hem
okurların kalbini kazanan eserlerden sonra “şöhret sıkıcıdır” diyerek ortadan
kaybolup, bir Yunan adasında adeta inzivaya çekiliyormuş. Bundan sonrası için, yazma
ve okurlarla buluşma sürecin nasıl gelişir sence? Herhangi bir planın var mı?
Şöhretin sıkıcı olduğu fikrine katılıyorum ve
açıkçası bu fikir beni ürkütüyor. Özgürlüğüme hayli düşkünüm ve tanınmak
özgürlüğün önündeki en büyük engel bence. Söylediklerine ilaveten çok bilinen
bir örnek de J.D. Salinger’dir. Tamamen inzivaya çekiliyor. Tanınmak istemiyor.
Ülkemizin yayın piyasasında durum genel olarak
bunun tam tersi ama. Şöhretli bir yayınevinden tanıyıp bildiğim bir editöre
dosyamı göndermek istemiştim. Bana yanıt olarak: “Kitabını basarız, İstiklal’de
cadde boyunca çıplak koşarsan,” demişti. Kısaca bana önce şöhret ol sonra gel,
öyle bakalım dosyana dedi. Maalesef ülkemizde eserin niteliğinden çok, yayımın
eser ya da yazar üzerinden bir tartışma başlatıp başlatmayacağı ön planda
tutuluyor. Bir de günün moda konuları var. Kimi popüler kişiler yazarlığa bu
moda konular üzerine yazarak adım atıyor, yayınevleri o kitapların tanıtımına
ağırlık veriyorlar. Bu da nitelikli edebi eserleri önce yayınevinde sonra yayım
piyasasında boğuyor. Dostoyevski bugünün yayın dünyasında yer alabilir miydi,
fark edilir miydi, emin değilim. Herhangi bir eser için nitelikli bir
değerlendirme sonrasında yayımlanıp yayımlanmama kararı alınması nadirdir. Kitabın
getirdiği şöhret değil de şöhretin getirdiği çağındayız.
Öte yandan kendi durumuma gelirsem, beni tanıyan
bilen, yazdıklarımı bekleyen okurlarım olması onur verir tabii. Tanımadığım
okurlardan Mürşid üzerine çok sayıda ve hayli nitelikli iletiler aldım, alıyorum.
Düzenli olarak yazışıp birbirimize hâl hatır sorduğumuz yeni arkadaşlarım oldu.
Romanın irdelediği zamana, konulara meraklı bir kitle var. Sadece tarih
kitaplarıyla, sözlü anlatımlarla yetinmeleri doğru değil, dönemin farklı biçimlerde
işlenmesi gerekiyormuş.
Elimde uzun zamana yayılarak yazılmış ciddi
bir öykü dosyası var, birden fazla öykü kitabına dönüşebilir. Bunun dışında
mitolojik temelli ama günümüzde geçen bir romana başlamıştım, taslağı hazır ama
yazmam lazım, kolay bir konu değil. Onu ilerletebilirim. Bir başka bitmemiş
çalışmam gökyüzü hikayeleriyle ilgiliydi. İnsan tarih boyunca gökyüzüne bakınca
ne düşünmüş gibi bir soruya yanıt aradım, epeyce karalamıştım. Bitmemişti.
Bir şeyler yazıyorum, elim kalem tuttuğunca yazacağım.
İyi bir hikâye kendini yazdırır zaten, kuşkum yok.
Bir yerlerde okumuştum; “Hikâye kurgulamak,
roman yazmak insan zihninin en komplike ve en üstün seviyelerinden biriymiş”,
ne düşünürsün? Geleceğin romanı sence nereye evrilir?
Hikâye kurgulamak için ne derece söylenebilir
bilmiyorum. Bir insan tipidir hikâye anlatıcı. Bazıları anlatsınlar istersin,
sıkılmadan dinlersin. Roman öyle değil ama. Zordur roman gerçekten. Romanın
sonunda bir kahramana söyleteceğin söz için tüm romanı bilmen, aklında tutmuş
olman, dönüp gerekli sayfalarda değişiklik yapman gerekir. Her bir kahramanın
sadece yazdığın sahnelerine, betimlediğin özelliklerine değil, betimlemediğin
taraflarına da hâkim olman gerekir. İster istemez ciddi bir zihin egzersizi
oluyor ve bu egzersiz her zaman amaçlanan güzel esere dönüşmeyebiliyor.
Günümüzde teknik imkanlar nedeniyle roman
yazmak daha kolay elbette. Bu da daha nitelikli eserlerin çıkmasını
kolaylaştırıyor. Yayın piyasası ise nitelikli eser peşinde değil. Arz talep
meselesi.
Geleceğin romanını okuyucu şekillendirecek.
Nitelikli eserler okumak istiyorsak önce okuyucuyu eğitmeliyiz. Ama kitap
basımının ve yayınevlerinin bir noktada sona ereceğini düşünüyorum. Bu konudaki
gelecek kitap okuma ve dinleme platformlarının olacak.
Roman ve sohbet için teşekkürler...
https://www.martidergisi.com/hasan-reyhanoglu-roportaji-mursid/
*Birleşimsel
oyun: Zihinsel faaliyetlerde bir kanal tıkandığında; meşgul olunan alandan
başka bir alana geçilmesi. Bir matematik problemi çözerken zorlanan insanın bir
müddet ara verip keman çalması vbg.