Ad

 

GÜNCEL

SON YAZILAR

YAŞAMA DAİR, MİSTİK ÖYKÜLER,RÖPORTAJLAR,İNCELEMELER

TAVSİYELERİM

TAVSİYELERİM

VİDEOLAR

VİDEOLAR

SICAK, GÜNLER VE BURÇLAR

Ömrümde hiç bu kadar sıcak ve nemli bir yaz görmemiştim, ya siz? Gelmesini dört gözle beklediğimiz “yaz” âdeta gitmek bilmedi.


Sizi bilmem ama, ben bu yaza kadar, hayatımda bu kadar terlediğim, alnımda beşi bir yerde misâli terden boncuklarla dolandığım, güneşin ışınlarından dört nala bu denli kaçtığım bir “yaz” mevsimi daha yaşamamıştım. Üstelik ilk yaz çocuğuyum, Haziran’da doğmamın yanı sıra, Akdeniz’de büyüdüm, yaz mevsimlerini şimdiye kadar ayrı bir severdim, itiraf edeyim.

Yaşla beraber tahammüller azaldığından mı, yoksa güneşteki patlamaların tavan yapmasından mı nedir, küresel ısınmanın hızlanmasıyla beraber, bu yaz sıcaklarda bana bir hâller oldu. Uzun bir girizgâh yaptığımın farkındayım, ancak aşağıdaki yazı, tam da böyle bir günde ortaya çıktı.

Fonda Emre Altuğ’un “Sıcak daha da sıcak olacak” parçasının çaldığını hayal edin. Bendeniz klavyenin başına oturmuş, evde açılabilecek her kapı ve pencereyi açmış, buna rağmen tek bir esintinin insafına kalmış bir biçimde aklıma geldikçe yazdım, yazdıkça güldüm, hayal gücüm sağolsun, sonuna kadar saçmalama lüksümü kullandım. Bir ferahladım, sormayın gitsin.

Benim için bu sıcaklarda her bir gün nerdeyse tıpkısının aynısı olarak cereyan ederken; günler geldi gözümün önüne, bir bir. Serap değildi, vallahi. Düş dünyamın bir oyunuydu sadece. Hepsi bir burcun karakterine bürünmüş, sanki “Şeyda, o kadar da aynı değiliz, hakkımızı yeme” der gibiydiler.

Dilerseniz burçlara hiiiç inanmayıp, burcu sorulduğunda somurta somurta “öküz burcundanım” diye cevap verenlerden olun, dilerseniz gününüzü astrologlara danışmadan geçirmeyen biri olun, huzurlarınızda hoş görünüze sığınarak paylaşıyorum yazımı. Adı geçmeyen burçlar lütfen kusura bakmasın, üzgünüm hafta sadece “yedi gün”, yazıdaki burç sahipleri de lütfen alınmasın; burçların bendeki iz düşümü tahmin edeceğiniz üzere tamamen subjektif.


Pazartesi: Tam bir Balık burcu. Kafası karışık. Deve kuşu misâli kafasını kumlara gömmek ister. Kimse onu görmesin, mümkün olsa yataktan çıkmazdı ama nerde? Bir cigara tüttürebilse, bağımlılıkları tavan yapmış, hep aşina olduğu depresif havalar bu gün azami yoğunlukta. “Aman bana bulaşmayın, bulaşanın kafasını kırarım.” Demese de bu bakışlarından belli. Bu günün mottosu “dağınık kafa”.

Salı: İşte Oğlak burcu. Geçen haftanın ajandası derlenir toplanır, yapılanın üzerine çizik atılır, yapılamayan itinayla bu haftanın ajandasına kaydırılır, bu hafta ile güzel bir şekilde koordine edilir. Günün mottosu “şimdi sorumluluk zamanı”.

Çarşamba: Terazi, dengeli, o gün çalışma tam randımanında, ilaveten sosyalleşmeler başlar hafiften. Belki bir sergi+pub, belki bir café+sinema. İnsan hayattan keyif de almalı, biraz da estetik, belki öğle tatilinde 2 gündür uğrayamadığı kuaförüne koşturacak, azıcık güzellik herkese lazım, hem kime zararı var öğle molasındaki kaçamağın? Adildir de, haftasonunu saymaz isek haftayı tam ortadan böler. Günün mottosu “hafta ortası”.

Perşembe: İşte bir Başak. Hafta bitmeden yapılacak işleri toparlamalı, evin içi 3-4 gündür çok dağıldı, hemen düzenlemeli. Gömlekler renklerine göre asılmalı, her şey daha bir titiz olmalı. Ev ve iş dengesini tutturmalı. Bazen bunu takıntıntı haline getirmeli. Mottosu “mantığa davet”.

Cuma: İşte İkizler, tam çalışmaya ısınmıştı ki, hafta bitivermesin mi? Böyledir İkizler, banyoya girmek bilmez, girse çıkmayı unutur. Tatile gitmek zoruna gider, gidince dönmek istemez. Hayli kararsız ve bir o kadar da matrak. Kutuplar arası gider-gelir, gider-gelir de hiç yorulmaz. Mottosu “ama böyle de olmaz ki”.

Cumartesi: İşte huzurlarınızda tam bir Boğa. Hayattan keyif alınmalı, ancak Terazi tadında değil, entellektüel keyiften öte öyle bir keyif ki dibine kadar yaşanan, misâl insan ölecekse yemekten ölmeli şu dünyada. Geç uyanmalar, TV karşısında pineklemeler, mükellef bir kahvaltı, insan bu dünyanın, toprağın tadını çıkarmalı. Öğleden sonra ya en yakın AVM’ye dalmalı, parfüm falan almalı veya Maslak’ta ormana koşturmalı, doğada salınmalı, bir mangal tezgâhı kurmalı, yemeli içmeli, bazen nerede uyuduğunu bilmemeli. Mottosu “yaşasın hedonizm”.

Pazar: Biraz Yay, biraz Akrep. Neden mi Yay, anlatayım? Ordan oraya savrulan enerjisi olur Pazarların, tatilin son günüdür, insan çok şey yapmak ister. Bir yandan derinleşmek, hafta içini gözden geçirmek; öte yandan başka kültürlerle ilgilenmek, belgesel tadında bir şeyler izlemek, biraz kitap okuma-yoga- meditasyon gibisinden içine dönmek. Akrep enerjisi de yoğundur, neden bilmez sokmak ister, içindeki sıkışıklığı nasıl atacağını bir türlü bilemez, bazen başka birine laf sokarken bulur kendini, bazen kafasında kurduğu türlü türlü senaryolarla âdeta kendi kendini sokar. Aynı zamanda, fırsat tanınırsa, en derin tefekkürlerin dolayısıyla Akrep tadında en derin dönüşümlerin de günüdür. İçe dönme, yalnızlık günüdür. Birçok yer ya kapalı veya yarı zamanlı açıktır. Herkes evlerine çekilir. Pazar, yaz günlerinin bile kışıdır. Mottosu “Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz”.

Sizce günler burç olsa veya herhangi başka bir şey, belki de yedi renk (kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor), ne olurdu? 

Son olarak, burcunuz ne olursa olsun, havanız iyi olsun (her anlamda)...

BABAMIN ŞİİRLERİ

Hayatımdaki en güzel hediyelerden birini aldım.

Babam bana şiirler yazmış, birinin sizin için kağıda bir şeyler çiziktirmesi çok özelken, hele ki bunların şiir olması...Yazanlar bilir, şiir yazmak, özellikle iyi şiir yazmak her babayiğidin harcı değildir. Az kelime ile çok şey anlatma, duygu yoğunluğu, benzetmelerdeki derinlik. Bana göre bunlar usta şairlerin edebiyatımıza ve bizlere kazandırdıkları özelliklerden sadece birkaçı...

Babamın şiirlerine geri dönecek olursak; bir de şiirlerinin konusu ben değil miyim? Çok heyecanlıyorum, babanızın gözlerinden kendinizi görmek sanırım hayatımda aldığım hatırı sayılır geri bildirimlerden.

Her bir şiiri yazdığında, muhakkak telefon açıyor. Şiiirleri okurken, her duygusallaştığında olduğu gibi sesi boğuk boğuk geliyor ahizenin ardından. Kimileri sadece bana yazılmış, kimilerinde satırları ablalarımla paylaşıyorum. Genelde sabah ezanı sonrası, kendi deyimiyle gurbet veya sıladaki evlada duyulan hasret içinde kaleme alınıyorlar.

KORKULAR

Sonrasında alıyor beni bir düşünce; bütün bunlar iyi güzel ancak bende de şiirlerin kesinlikle birer kopyaları olmalı, yoksa hiçlikten geldiği gibi hiçliğe gidebilirler, lakin bir köşede kaybolup gitmelerini hiç istemem. Bu problemi halletmek kolay, geriye kafamda tek bir soru işareti kalıyor. Paylaşmalı mıyım?

Öncesinde 3 engeli aşmam gerekiyor; birincisi babamın izni ki şaşılacak derecede rahat alıyorum. Diğer ikisi bana ait çekinceler. Özelimi insanlara açma konusundaki hassasiyetim ikinci sırayı alıyor. Aslında sosyal medyada arasıra bunu yapmıyor değilim, ancak konu ilk çember veya çok özelim olunca; kırmızı ışık görmüşçesine frene basıyorum. Beni durduran bir şeyler var halen.

Üçüncüsü sorun, daha bir tumturaklı; insanların üzerinde yaratacağı etkiye dair. Yani insanlar beni şahsen tanıma fırsatı bulmadan, bir başkasının – ki bu baba oluyor- ağzından tanıyacaklar. Dile kolay, babası birisi için bir şeyler diyorsa, muhakkak az çok doğruluk payı olmalı.   

Neyse efendim, fazla uzatmayayım, bir kaçını buraya bırakıyorum. Bu sıcaklarda denize girme şansını henüz edinemediysem de, çekincelerimin içine “cumburlop” atlamaya karar veriyorum.

Keyifli okumalar...


ŞEYDA’YA

Birlikte çıktık yola Mu’dan

Yurt tuttuk Tanrı eteklerini

Yolda yoldaş

Ülkede yurttaş

Siyah saçlım, çekik gözlüm

Örnek oldun dağlara taşlara

Ses oldun kurtlara, kuşlara

Bilginle aydınlattın Türkmenistan, İran yollarını

Malazgirt’te bile durduramadılar

Tanımayanlar bizleri

Savulun çekik gözlüm geliyor

Atanın Anayurduna

Al at altında, al bayrak göğsünde

Gözlerinin aydınlığı şafağında

Zamanı asırlara götürür

Siyah saçlı çekik gözlümün

Düşün peşine

Yurt tutun Anadolu’yu

Bağ olun, bahçe olun

Kök salın ağaç olun

Meyve verin açlara, çıplaklara

Onur verin sofralara

Uzatın ellerinizi geleceğe

Asırlara örnek olun.

ŞEYDA’MA

Yaşam Şeydam’da düzenle başlar

Zor değil alışılmış rutin işler

Yapılacaklar yazılıdır akşamdan

Bittikçe üstüne atılır çizikler

 

Oturma tertiplidir, konuşma edepli

Gören der buna eğitimli-mektepli

Konuklar hizaya gelir ortamdan

Zaman sınırlıdır, sohbet müddetli

 

Protokol adabı vardır evinde

Nezaketi örnek al, olsun senin de

Doğuştan gördüğüm yapmacık değil

Benzerini görürsün ancak Şehr-emeninde

 

Sohbet efendimle başlar, evetle biter

Konuşur gibi durur, oysa hep Seni dinler

Numunedir eş, dost, arkadaşa

Hiç bitmesin kızım yüzündeki gülücükler

KIZIMA

Sılada özledim seni be kızım

Esmer yüzün, kara kaşın

Çekik gözlerin

Uzatınca elimi tutamazsam

Telefon ederim.

Ama sesini duymak yetmez

İsterim omzunda olsun ellerim

Birlikte ağlayıp, birlikte gülelim

İşte gelip geçiyor yalancı dünya

Boşver hırsı, makamı

Gel günümüzü gün edelim

Hatay’da Sönen Işıkları Yeniden Yakmak- Mansur Karakoç Röportajı

 


Onu, Ankara ve Çorum’a doğru Hitit Uygarlığı’nın izlerini sürdüğümüz bir gezide profesyonel tur rehberi olarak tanıdım. Bir insanı gezide tanıyacaksın derler ya, aynen öyle. Hemen kaynaşan, kaynaştıran hümanist yapısıyla Mansur’un klasik bir tur rehberi olmadığını rahatlıkla dile getirebilirim. Gezilen yerleri örf, âdet, inanç, müzik, gastronomi dahil olmak üzere yaşamın her katmanıyla irdeliyor, tanıtıyor ve önünüze koyuyor. Sizi her manâda seyahate çıkarıyor. Adeta o kültürü yaşatıyor. Onu farklı kılan, yapmış olduğu her şeye “ruh” katıyor olması. Özellikle her şeyin tekdüze, son sürat yaşanılıp tüketildiği günümüz dünyası için bence bu bile başlı başına bir değer.

Bunun yanında; öğretim görevlisi, radyo programcısı gibi sayısız uzmanlık ile müzik, yemek, antropoloji misâli bir sürü ilgi alanını aynı potada ustaca harmanlamayı becerebilmiş biri Mansur. On parmağında on marifet olan, eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır bir kişilik. Tek kelime ile tanımlayacak olsam, ehlikeyif derim. Ee boşuna değil, kurmuş olduğu seyahat organizasyonunun adının KeyifKurdu Gezi Kulübü olması.

Elbette onu daha anlatmak isterdim, lâkin konumuz mühim. Çok büyük bir âfet yaşadık, acımız taze, milletçe başımız sağ olsun, hayli zor günlerden geçiyoruz. Ve depremzedeler için ne yapsak az...

S. Sevgili Mansur, izninizle direkt konuya gireyim. “Hatay’da Sönen Işıkları Yeniden Yakmak” fikri nasıl ortaya çıktı? Bu nedir, bir platform, niyet...?

C. Onyıllardır sürdürdüğüm mesleğim, kültürel rehberlik nedeniyle deprem bölgesi ile çok yoğun ilişki, iletişim içindeyim. Ailemin köklerinin Diyarbakır olması bir yana, her yıl onlarca kez bölgede gastro kültürel geziler yapıyorum. Şubat ve Mart ayında Antakya, Antep ve Urfa’ya planlı gezilerimiz vardı. Binlerce insanı gezdirip tanıttığım, sokaklarında hikâyeler anlattığım, yerel lezzetlerini tattığımız, herzaman misafirperver - güleç yüzlü insanlar ile tanışıp konuştuğumuz kentler, mekânlar yıkıldı, yok oldu. Dostlarımız, tanıdığımız insanlar enkaz altında kaldılar.

Onlarla birlikte birçok ustalık, zanaat, el emeği, bilgi – tecrübe de enkaz altında... Kentlerin belleği, kültürü, gelenekleri yok olmak üzere; bu konuda beni en derin yaralayan ise Antakya oldu. Depremle birlikte, Hatay’ın kaybolma tehlikesi altında kültürel ögelerini korumak, yaşatmak, geleceğe aktarabilmek için ne yapabiliriz düşüncesi ile motive olduk. Kültürel değerleri yaşatmak için bir çalışma grubu kurduk, büyümesi gereken bir platform – bir sivil insiyatif olsun istedik.

S. Şimdilik ne gibi aşamalar kaydettiniz? Gelinen nokta nedir? Bundan sonrası için planlar neler?

C. Depremden 40 gün sonra bile – doğal olarak – akut sorunlar ve yaşamsal ihtiyaçları çözmek için uğraşıyoruz. Bu süreç normal ama bir süre sonra daha geniş bir açıdan bakarak Antakya’nın binlerce yıllık kadim kültürünü nasıl yeniden ayağa kaldırırız diye düşünmek gerekecek...

Binalar – yapılar bir şekilde yerine konur ama insani değerleri, somut olmayan kültürel varlıkları korumak yaşatmak çok daha zor. İşte bunun için şimdiden bir yol haritası oluşturmak gerektiğini düşünüyorum.

Hatay özelinde konuşuyoruz ama TÜM bölgenin kültürel mirasını, somut ve daha da önemlisi somut olmayan kültürel mirasını ve ortak belleğini tanımlayıp bunun unsurlarını kayıt altına almak ilk adımlardan birisi olmalı. Düşünsenize Antakya’da, ipek dokumacılığı, defne yağı ve sabunu üretimi, serpantin taşı işçiliği, oymacılık gibi onlarca el sanatları alanında ustalar vardı. Uzun Çarşı’da eski usül bakır sahanda kadayıf döken belki sekiz, on usta kalmıştı, kerebiç tatlısı yapan, çöven köpüğü yapmasını bilen birkaç usta vardı - bu ustaların bir kısmı göçtü / kimbilir kaç tanesi hayatta kalabildi. Hayatta kalan ustaların bulunması, farklı konularda sözlü tarih çalışmaları, nehir söyleşiler video kayıtları yapılması gerek. Bu alanlarda geçmişte yapılmış çalışmaların bilgi ve belgelerin derlenmesi – büyük bir arşiv oluşturulması da çok önemli.

Sonrasında, bu zanaatların korunup, yerinde yaşayabilmesi, devam etmesi için projeler yapılmalı; uzun soluklu ve sürdürülebilir bir eğitim programı hazırlanmalı; ustaların organize edilerek eğitim verebilmeleri ve genç çıraklar yetiştirmesi sağlanmalı; bu eğitimleri için yer, altyapı, atölye vs kurulmalı; bilgi ve beceri kazandırılacak gençler için yerelde üreterek varolabilecekleri ekonomik habitat kurgulanmalı... Tüm bunları birkaç cümlede söylemek kolay ama yıllarca sürecek çok katmanlı projeler yapılması gerekiyor. Tabii ki kamu, yerel yönetimler, eğitim kurumları ve STK’lar gibi farklı birimlerin işbirliği olmadan sağlıklı ve kalıcı bir proje üretilemez...

Henüz, çok başındayız sürecin... bu konularda yeterince farkındalık bile yaratabilmiş değiliz.

S. Bütün bunlar içinde, Antakya’yı özel yapan özellikleri neler?

C. Kuran-ı Kerim'de (Yasin suresinde) adı geçen şehirlerden birinden bahsediyoruz. İncil’de (Elçilerin İşleri kitabı) İsa’ya inanan cemaatin ilk olarak “Hristiyanlar” diye burada adlandırıldığı bir kent... Roma çağlarında dünyanın 3. büyük şehri olmuş Antakya ve en eski Yahudi cemaatlerinden birisini barındıran bir şehir. Ermenisi, Arabı, Türkü, Kürdü, Suriyelisi büyük bir potanın içinde ama erimeden – kendi kimliklerini koruyarak yaşıyorlar...

Nusayriler (Arap asıllı Aleviler), Türkmen Alevileri, Gregoryenler, Nasturiler, Ortodokslar, Sünni müslümanlar : tüm bu alt kültürlerin gelenekleri, bayramları, yemekleri birbiri ile iç içe geçmiş... Yüzyıllardır bir arada yaşamış, giyim kuşama, şarkılara, sofraya yansımış. Günümüzde bile capcanlı yaşamakta.

Zenginler mahallesinde yürürken, birkaç yüz metrelik bir alan içerisinde üç semavi dinin unsurlarını ve farklı mezheplerin yapılarını bu kadar iç içe – yan yana barındıran çok az kent var dünyada... Minareler – kubbeler arasında 3 farklı Hristiyan mezhebine ait kiliseleri, sinagogu, kutsal makamları, cemevlerini birlikte görünce etkilenmemek mümkün değil.

Düşünün ki aynı gün içinde Anadolu’nun ilk camilerinden birisini ziyaret ediyorsunuz, birkaç adım sonra, günümüze kalan 10 kişilik musevi topluluğun bir üyesi Harun Cemal bey ile Havra’da sohbet edip, oradan Katolik kilisesi görevlisi (25 yıldır Antakya’da yaşan) İtalyan peder Domenico ile tanışıp, onun gözünden farklı inanç topluluklarının nasıl huzur içine yaşaması gerektiğini dinliyorsunuz. Protestan kilisesinin Koreli din adamı Yakup Chang ile en çok sevdiği Antakya yemekleri üzerine sohbet edip, ardından Ortodoks kilisesinde bir görevli ile tanışıyorsunuz. Size “farklı mezheplerde olmamıza rağmen, her hafta pazar ayinini farklı bir kilisede buluşarak yapıyoruz, sonuçta aynı Tanrı’ya dua ediyoruz” diyor. Oradan ayrılıp, kısa bir yolculuk ile Samandağı’nda yaşayan tek Ermeni köyü Vakıflı’da, köylü kadınların ürettiği meyve likörünü tadıp yaşadığınız kültürel bombardımanı sindirmeye çalışıyorsunuz.

S. Bölgenin ve Hatay’ın, Antakya’nın sende özel bir yeri var biliyorum, biraz da bundan bahseder misin?

C. Olmaz mı? Benim anlatmaktan, gezmek ve gezdirmekten en çok haz aldığım kentlerin başında gelir... Bölgenin onbinlerce yıllık tarihi ile katman katman biriken değerlerini, 24 asırlık muhteşem bir antik kent olan Antakya’nın çok kültürlü yapısını anlattığım tüm misafirler büyülenerek yaşıyordu kenti. Az önce anlattığım tüm alt kültür ve inanç gruplarının hayatlarına dokunabildiğiniz bir şehir burası. Binlerce yıllık tarifleri - yemekleri keşfebileceğin, basit geleneksel yöntemlerle hazırlanan malzemeleri sokaklarda ustasının elinden tadabildiğiniz bir yer. Aynı melodilerin farklı dillerde şarkı sözleri ile çalınıp söylendiği topraklar burası.

Vakıflı’daki kilisenin bahçesinde, Ağustos ayında Meryem Ana bayramında, 7 dev kazan içinde kaynayan yemeğe Hrisi (Herise) denildiğini; çok benzer şekilde Gadir-i Hum kutlayan Aleviler için bayram günü Aşşur adıyla kazanlarda piştiğini; düğünlerde, taziyelerde dağıtılan kiminin dövme dediği ve bizim kadim keşkek ile aynı yemek olduğunu keşfedince şaşkınlık ile birlikte bir hüzün kaplıyor içinizi. Boğazınız düğümleniyor, tarih boyunca ve halen günümüzde yaşanan bunca kavga – çatışma niye ? diye düşünüyorsunuz...

Görüyorsunuz : kardeşçe sevgi – saygı içinde birlikte varolmak o kadar da zor değil...

Bu duyguları yaşabildiğin bir yerle nasıl özel bir bağ kurmaz insan ?

Adeta önceki yaşamlarımdan birinde (varsa tabii böyle bir durum ) has Antakyalı olarak yaşamışım gibi hissediyorum.

KAPATIRKEN

S. Dileyen Martı Dergisi okuyucuları ne gibi katkılarda bulunabilirler? Size nasıl ulaşsınlar?

C. Bu projeye ait özel bir iletişim kanalı oluşmadı henüz; ancak benim kişisel Instagram hesabım ( Rehber Mansur Karakoç ) üzerinden DM - mesaj ile veya kurumsal e posta adresimiz olan info@keyifkurdu.com üzerinden iletişim kurabilirler. Yukarıda bahsettiğim konularda oluşacak projelerde yer almak isteyen, küçük / büyük demeden katkı sağlamak isteyecek herkese kapımız açık.

S. Son olarak; deprem sonrası bizlere hayata dair bir mesaj vermek istesen...

C. Zor bir sor, biliyorum büyük bir yıkım, acı yaşıyoruz; küçücük paylaşımlar bile bazen derin yaralara merhem oluyor... Toplum olarak muhteşem bir dayanışma örneği sergiliyoruz.

Çok zor bir süreç ama Antakya bu felaketi tarih boyunca birçok kez yaşamış, her seferinde küllerinden yeniden doğmuş, ayağa kalkmış... Daha da güçlenerek yeniden varolmuş... YİNE YAPMALIYIZ - YAPACAĞIZ aynı şeyi... ışıkların sönmesine izin vermeyeceğiz.

Portakalın Çiçeği © all rights reserved
made with by Alpha