19 Aralık 2022 Pazartesi

 Sabahları erkenden uyanıp güne başlamayı sevenlerden misiniz?

Yoksa erken uyanınca, yorganı başınızın üzerine çekip uyumaya devam etmeyi tercih edenlerden mi?

Kişileri çeşitli kategorilere bölüp kendisini anlamaya çalışan insanoğlu için, sabah kalkış saati de bundan nasibini almış; “horozlar” ve “baykuşlar” olarak sıralanmışız.

Horozlar, gündüz insanı tahmin edileceği üzere; erken kalkmayı seviyorlar. Baykuşlar ise tam tersi- geç yatıp geç kalkmayı. Tabi bu bölünmenin ardında, aslında insanın beyin aktivitesinin tavan yapması yatıyor. Horozlar, kendilerini başta zihinsel olmak üzere sabahın ilk saatlerinden itibaren veya günün aydınlık zamanlarında daha dinç hissediyorlar. Baykuşlar gelince tam tersi bir durum geçerli; geceleyin çalışmayı, okumayı, üretmeyi seçiyorlar. Kısacası günün karanlık saatlerinde yaşamak onlara iyi geleni.

Fakındayım, uzun bir girizgâh yaptım; kelimenin anlamı kuşlarla alâkalı olunca çağrışımlar uçuştu beynimin kıvrımlarında. Bu ayki yeni kelimemiz kuzeyden, İsveç’ten; “Gökotta”, sabahın ilk saatlerinde öten kuşların sesini dinlemek için uyanmak anlamına geliyor. Bu yazım daha çok sabah kuşlarını yani horozları ilgilendiriyor gibi görünse dahi baykuşlara da diyecek sözümüz var elbette.

SABAH KUŞLARI

Erken kalkan arkadaşlarımız- buna bendeniz dahil – gelin şimdi biraz kendimize, içimize dönelim.

Sahi neden erken kalıyoruz? Alışkanlıktan mı? Bir şeyleri kaçırma korkusu olabilir mi derinlerde bir yerde?

Belki çocukluğa duyulan özlem? Veya sadece vücudumun yönlendirmesi?

Erken başlayan erken yol alır mı diye düşünüyoruz?

Günü böylelikle daha verimli kullandığımızı mı hissediyoruz?

Kendime bakınca- sabah saatlerinden enerjimin, motivasyonumun daha yüksek olduğunu gözlemliyorum. Sabah saatlerindeki tazelik, serinlik yüreğime su serpiyor. Sanki yeni gün yeni umutlarla yükseliyor ufuktan ve ben bunun hiç bir saniyesini kaçırmak istemiyorum.

KUŞLARDAN ÖĞRENECEKLERİMİZ

Pekiyi hiç kuşların sesini dinlemek için erken kalktınız mı? Alarmınızı bu olağan üstü güzelliğe tanık olmak için kurdunuz mu?

Sanıyorum birçoğumuz bu soruya “hayır” yanıtını verecektir, eğer aramızda profesyonel bir kuş gözlemcisi yoksa. Sahi, nasıl da güzel cıvıldarlar bazı kuş türleri, sabahımıza neşe katıp yalnız olmadığımızı hissettirirler. İtiraf edeyim, ben de kalkmadım. Henüz. Eğer eşlik edecek birileri olursa, neden olmasın?

İşte Gökotta kelimesi böylelikle ulvi karşılığını buluyor bence. Söylenişi Türkçemizde kulağa pek zarif gelmese dahi anlamı hayli zarif. Bu kelimenin kökeninde; İsveçliler’in Hz.İsa’nın göğe yükselişinin 40. Gününde erken kalıp, doğada kuşların sesini dinledikleri bir geleneğin olabileceği belirtiliyor bazı kaynaklarda.

Kuşlardan öğreneceğimiz çok şey var: Her bir yeni günü umutla karşılayıp âdeta her yeni günü sebepsiz bir şekilde kutlamayı, içimizdeki şarkıyı daima canlı tutmayı, kanatlarımızın bizi istediğimiz yere götürebileceğine dair güveni duymayı...

İster horoz, ister baykuş, ister martı olalım; tabiattan öğreneceğimiz sayısız şey var. Bakmasını ve görmesini bilene...

Yeni Kelimeler Yeni Dünyalar - 3

 Sabahları erkenden uyanıp güne başlamayı sevenlerden misiniz?

Yoksa erken uyanınca, yorganı başınızın üzerine çekip uyumaya devam etmeyi tercih edenlerden mi?

Kişileri çeşitli kategorilere bölüp kendisini anlamaya çalışan insanoğlu için, sabah kalkış saati de bundan nasibini almış; “horozlar” ve “baykuşlar” olarak sıralanmışız.

Horozlar, gündüz insanı tahmin edileceği üzere; erken kalkmayı seviyorlar. Baykuşlar ise tam tersi- geç yatıp geç kalkmayı. Tabi bu bölünmenin ardında, aslında insanın beyin aktivitesinin tavan yapması yatıyor. Horozlar, kendilerini başta zihinsel olmak üzere sabahın ilk saatlerinden itibaren veya günün aydınlık zamanlarında daha dinç hissediyorlar. Baykuşlar gelince tam tersi bir durum geçerli; geceleyin çalışmayı, okumayı, üretmeyi seçiyorlar. Kısacası günün karanlık saatlerinde yaşamak onlara iyi geleni.

Fakındayım, uzun bir girizgâh yaptım; kelimenin anlamı kuşlarla alâkalı olunca çağrışımlar uçuştu beynimin kıvrımlarında. Bu ayki yeni kelimemiz kuzeyden, İsveç’ten; “Gökotta”, sabahın ilk saatlerinde öten kuşların sesini dinlemek için uyanmak anlamına geliyor. Bu yazım daha çok sabah kuşlarını yani horozları ilgilendiriyor gibi görünse dahi baykuşlara da diyecek sözümüz var elbette.

SABAH KUŞLARI

Erken kalkan arkadaşlarımız- buna bendeniz dahil – gelin şimdi biraz kendimize, içimize dönelim.

Sahi neden erken kalıyoruz? Alışkanlıktan mı? Bir şeyleri kaçırma korkusu olabilir mi derinlerde bir yerde?

Belki çocukluğa duyulan özlem? Veya sadece vücudumun yönlendirmesi?

Erken başlayan erken yol alır mı diye düşünüyoruz?

Günü böylelikle daha verimli kullandığımızı mı hissediyoruz?

Kendime bakınca- sabah saatlerinden enerjimin, motivasyonumun daha yüksek olduğunu gözlemliyorum. Sabah saatlerindeki tazelik, serinlik yüreğime su serpiyor. Sanki yeni gün yeni umutlarla yükseliyor ufuktan ve ben bunun hiç bir saniyesini kaçırmak istemiyorum.

KUŞLARDAN ÖĞRENECEKLERİMİZ

Pekiyi hiç kuşların sesini dinlemek için erken kalktınız mı? Alarmınızı bu olağan üstü güzelliğe tanık olmak için kurdunuz mu?

Sanıyorum birçoğumuz bu soruya “hayır” yanıtını verecektir, eğer aramızda profesyonel bir kuş gözlemcisi yoksa. Sahi, nasıl da güzel cıvıldarlar bazı kuş türleri, sabahımıza neşe katıp yalnız olmadığımızı hissettirirler. İtiraf edeyim, ben de kalkmadım. Henüz. Eğer eşlik edecek birileri olursa, neden olmasın?

İşte Gökotta kelimesi böylelikle ulvi karşılığını buluyor bence. Söylenişi Türkçemizde kulağa pek zarif gelmese dahi anlamı hayli zarif. Bu kelimenin kökeninde; İsveçliler’in Hz.İsa’nın göğe yükselişinin 40. Gününde erken kalıp, doğada kuşların sesini dinledikleri bir geleneğin olabileceği belirtiliyor bazı kaynaklarda.

Kuşlardan öğreneceğimiz çok şey var: Her bir yeni günü umutla karşılayıp âdeta her yeni günü sebepsiz bir şekilde kutlamayı, içimizdeki şarkıyı daima canlı tutmayı, kanatlarımızın bizi istediğimiz yere götürebileceğine dair güveni duymayı...

İster horoz, ister baykuş, ister martı olalım; tabiattan öğreneceğimiz sayısız şey var. Bakmasını ve görmesini bilene...

18 Kasım 2022 Cuma

Hatırlarsanız, geçtiğimiz ay, Türkçe’ye çevrilemeyen, belki bir kaç kelime ve anlamı aynı anda ihtiva eden kelimelerden bahsetmeye başlamıştım.

Bu ay, bana “bir yaşıma daha girdim,” dedirten bir kavram- daha doğrusu- kelimeyle karşınızdayım; Tsundoku. Kısaca kitap istiflemek veya devamlı kitap alıp okumadığımız veya okuyamadığımız kitapları yığıp biriktirme işlemiymiş.

Kelime uzaklardan, Japonya’dan; bir şeyleri daha sonrası için istifleyip hazır bir halde o alandan ayrılmak anlamına gelen tsunde-oku ve kitap okumak anlamına gelen dokusho sözcüklerinin birleşiminden oluşmakta.

TSUNDOKU SENDROMU

Kabul edelim, bu bir bağımlılık. Bu bağımlılık Japonya, Kore ve Çin’de psikolojik bir sendrom olarak tanımlanmakta. Şimdi aşağıdaki soruları dürüstçe cevaplayın, eğer kendinizi çoğu soruya “evet” der bulursanız, sizde de bu tatlı sendromdan olması kuvvetle muhtemel.

Kitap kokusunu sever misiniz? Kendinizi kitap alırken sıklıkla koklar bulur musunuz?

Matbaada basılan yazıyı okumak ilk tercihiniz midir?

Kitaplıklarınızın dolu olması hoşunuza gider mi?

Sadece kitap alışverişine çıktığınız olur mu?

Alışverişten eve dönerken elinizin kolunuzun kitap dolu olması sizi mutlu eder mi?

Kitap fuarlarını ve sahafları sık sık ziyaret eder misiniz?

Yeni çıkan bir kitabı aynı gün almak ister misiniz?

Buraya kadar iyi hoş, buraya kadar iyi bir kitap sever de pekâlâ bence olumlu yanıt verebilir; bundan sonraki sorular açıkçası biraz daha zorlayıcı:

 Kitaplarınızı başkalarıyla paylaşırken zorlanır mısınız?

Yeme içme ihtiyacı gibi temel ihtiyaçların yerine kitap almayı tercih eder misiniz?

Aldığınız kitabı “okuyamama ihtimâlini” düşünür müsünüz ve böyle bir ihtimâli kabul eder misiniz? (Tsundoku sendromu olan bir çok kişi kitap istiflediğini kabul etmiyor, muhakkak, bir gün bu kitapları okuyacaklarını düşünüyorlar).

Kitabı alırken ana dürtünüz, kitabın baskısının tükeneceği, bir daha bulamayacağınız korkusu mu?

Kitap aldıktan sonra hayatınızın üzerinde bir nevi kontrol ve güç sahibi olma hissini duyuyor musunuz?

ÇARE

Kitapları öpe koklaya alan bendenize gelince; itiraf edeyim, bir zamanlar yukardaki soruların çoğuna “evet” derdim.

Bu bağımlılıktan – eğer sizde de varsa ve eğer nasıl kurtulacağım diyorsanız; genelde tavsiye edilen sesli kitap, dijital kitap önerilerini es geçeceğim. Çünkü eminim aramızda benim gibi kitabı basılı okumayı seven ve bu kararından vazgeçmeyecek kitap kurtları vardır. Öncelikle kitapları istiflemenin (ki bence buna herhangi bir şeyi istiflemek de dahil), kullanmayacağımız bir şeyi almanın altında yatan dürtünüze bakın derim. “Ee alırken kullanmayacağımızı veya okumayacağımızı tahmin etmiyoruz,” diye cevap verirseniz, kendimce bulduğum bir çareyi paylaşayım: Alacağım kitap kadar sayıda kitabı elden çıkarıyorum; ya ihtiyacı olanlara bağışlıyor veya sevdiklerime veriyorum. Bu elimdeki kitap sayısının aşırılığa kaçmasını önlediği gibi; yenisini alırken daha titiz, daha seçici davranmamı sağlıyor.

İlaveten sanırım her ilgimi çeken kitabı okuyamayacağım gerçeğini önce idrak edip ardından kabul ettim. Ah o yetememe hissi yok mu. İnsanlığı hem ileriye götüren hem elini kolunu bağlayan. İşte az biraz onunla barıştım.

Keşke kitaplarla beraber kitap okuyacak zamanı da satın alabilsek. Ne güzel olurdu...

Yeni Kelimeler Yeni Dünyalar- 2

Hatırlarsanız, geçtiğimiz ay, Türkçe’ye çevrilemeyen, belki bir kaç kelime ve anlamı aynı anda ihtiva eden kelimelerden bahsetmeye başlamıştım.

Bu ay, bana “bir yaşıma daha girdim,” dedirten bir kavram- daha doğrusu- kelimeyle karşınızdayım; Tsundoku. Kısaca kitap istiflemek veya devamlı kitap alıp okumadığımız veya okuyamadığımız kitapları yığıp biriktirme işlemiymiş.

Kelime uzaklardan, Japonya’dan; bir şeyleri daha sonrası için istifleyip hazır bir halde o alandan ayrılmak anlamına gelen tsunde-oku ve kitap okumak anlamına gelen dokusho sözcüklerinin birleşiminden oluşmakta.

TSUNDOKU SENDROMU

Kabul edelim, bu bir bağımlılık. Bu bağımlılık Japonya, Kore ve Çin’de psikolojik bir sendrom olarak tanımlanmakta. Şimdi aşağıdaki soruları dürüstçe cevaplayın, eğer kendinizi çoğu soruya “evet” der bulursanız, sizde de bu tatlı sendromdan olması kuvvetle muhtemel.

Kitap kokusunu sever misiniz? Kendinizi kitap alırken sıklıkla koklar bulur musunuz?

Matbaada basılan yazıyı okumak ilk tercihiniz midir?

Kitaplıklarınızın dolu olması hoşunuza gider mi?

Sadece kitap alışverişine çıktığınız olur mu?

Alışverişten eve dönerken elinizin kolunuzun kitap dolu olması sizi mutlu eder mi?

Kitap fuarlarını ve sahafları sık sık ziyaret eder misiniz?

Yeni çıkan bir kitabı aynı gün almak ister misiniz?

Buraya kadar iyi hoş, buraya kadar iyi bir kitap sever de pekâlâ bence olumlu yanıt verebilir; bundan sonraki sorular açıkçası biraz daha zorlayıcı:

 Kitaplarınızı başkalarıyla paylaşırken zorlanır mısınız?

Yeme içme ihtiyacı gibi temel ihtiyaçların yerine kitap almayı tercih eder misiniz?

Aldığınız kitabı “okuyamama ihtimâlini” düşünür müsünüz ve böyle bir ihtimâli kabul eder misiniz? (Tsundoku sendromu olan bir çok kişi kitap istiflediğini kabul etmiyor, muhakkak, bir gün bu kitapları okuyacaklarını düşünüyorlar).

Kitabı alırken ana dürtünüz, kitabın baskısının tükeneceği, bir daha bulamayacağınız korkusu mu?

Kitap aldıktan sonra hayatınızın üzerinde bir nevi kontrol ve güç sahibi olma hissini duyuyor musunuz?

ÇARE

Kitapları öpe koklaya alan bendenize gelince; itiraf edeyim, bir zamanlar yukardaki soruların çoğuna “evet” derdim.

Bu bağımlılıktan – eğer sizde de varsa ve eğer nasıl kurtulacağım diyorsanız; genelde tavsiye edilen sesli kitap, dijital kitap önerilerini es geçeceğim. Çünkü eminim aramızda benim gibi kitabı basılı okumayı seven ve bu kararından vazgeçmeyecek kitap kurtları vardır. Öncelikle kitapları istiflemenin (ki bence buna herhangi bir şeyi istiflemek de dahil), kullanmayacağımız bir şeyi almanın altında yatan dürtünüze bakın derim. “Ee alırken kullanmayacağımızı veya okumayacağımızı tahmin etmiyoruz,” diye cevap verirseniz, kendimce bulduğum bir çareyi paylaşayım: Alacağım kitap kadar sayıda kitabı elden çıkarıyorum; ya ihtiyacı olanlara bağışlıyor veya sevdiklerime veriyorum. Bu elimdeki kitap sayısının aşırılığa kaçmasını önlediği gibi; yenisini alırken daha titiz, daha seçici davranmamı sağlıyor.

İlaveten sanırım her ilgimi çeken kitabı okuyamayacağım gerçeğini önce idrak edip ardından kabul ettim. Ah o yetememe hissi yok mu. İnsanlığı hem ileriye götüren hem elini kolunu bağlayan. İşte az biraz onunla barıştım.

Keşke kitaplarla beraber kitap okuyacak zamanı da satın alabilsek. Ne güzel olurdu...

24 Ekim 2022 Pazartesi

 Bu ay, Türkçe’ye çevrilemeyen, belki bir kaç kelime ve anlamı aynı anda ihtiva eden, bana göre oldukça sihirli kelimelerden bahsetmek istiyorum.


Bazen birileri gelir yanıbaşımıza “Nasılsın?” der; işte o anda içimizde o kadar çeşitli duygu barınıyoruzdur ki, ne diyeceğimizi tam olarak bilemeyiz. “İyiyim” der geçiştiririz. Sanırım tarih içinde daha şiirsel olanlarımız bu sorunun yanıtı için bir takım kelime oyunlarına başvurmuşlar. Bence iyi de yapmışlar. Böylelikle biz milyonların hislerine vesile olmuşlar. Bizlere “Evet ya, tam olarak işte buydu dile dökemediklerim,” dedirtmişler.  

FERNWEH

Almanca kökenli kelime, bizdeki sıla hasretinin tersine “uzağı özlemek” anlamına geliyor. Buradaki “uzak” aşina olduğumuz yerleri kapsamıyor, bilakis daha önce bulunmadığımız yerler. Ne kadar derin ve epik bir ifade, öyle değil mi?

Şimdi www.itiraf.com zamanı J;

Hangimiz arasıra çekip gitmek istemeyiz?

Hangimiz bazen kendisini yabancı gibi hissetmez kendi evinde, yurdunda?

Hangimiz bazen kaçıp ait hissedebileceği bir ortama yönelmek istemez? 

Sanki bir yer var iyi olacakmışız gibidir ve şimdi orada değilizdir.

Sahi bir insan bilmediği uzakları neden özler?

Rutinden uzaklaşmak?

Bilinmezliğin dayanılmaz cazibesi?

Can sıkıntısı?

Gurbet çağrısı?

Keşfetme arzusu?

Macera isteği?

Saplanıp kalmanın çığlığı?

Sadece farklılığa duyulan hasret?

Halbuki, sıklıkla öyle bir “uzak” var mıdır, gitsek mutlu olacak mıyızdır, belli bile değil. Bu durum, yine de birçoğumuzun bu şekilde hissetmesine mani olamaz.

MONO NO AWARE

Madem “uzak” dedik, bir tabir de çoook uzaklardan gelsin madem, güneşin yükseldiği topraklardan; Japonya’dan.

‘Mono no aware’ Japon kültürünün özünü oluşturan kavramlardan, “hayata duyulan derin duyarlılık” diye çevirebileceğimiz bir ifade. Hayatın kaçınılmaz döngüsünün, dolayısıyla şeylerin geçiciliğinin verdiği bir hüzün var bu tabirde. Yere dökülmüş yapraklar bir 'Mono no aware' örneği.

Sonbaharın yaşattığı duygular karşılığını bende bu kelimeyle buluyor. Her sonbahar bunu hissederim, “bir yaz geçip gitti”, “bir sene daha bitmekte”...Bitişleri, elvedaları, geçiciliği ve dolayısıyla çaresizliği çağrıştırır bana her sonbahar.

Belki bu “mono no aware”’dir beni “fernseh”’e iten...Kim bilir?

Sonbaharın tüm ağırlığıyla kendini hissettirdiği, sıcağın yavaş yavaş soğuğa karşı yenildiği bu zaman diliminde, hissettiğim “uzaklara duyulan özlem”. Sıcak, sıcacık bir yerlere gitmeliyim. Kuşlar gibi uzaklaşasım var. Hayalimdir, havaalanına gitmişim, satış görevlisi; “Nereye hanımefendi?” diye soruyor nazikçe. Bense hesapsız- plansız- programsız; “Çook uzak bir yere, denizin ve sıcağın olduğu bilmediğim bir yere,” diye yanıtlıyorum. Her halinden görmüş geçirmiş olduğu belli olan görevli anlamlı bir bakışla elime bir bilet tutuşturuyor; “Pişman olmayacaksınız”, diyor.

Olur mu olur...Belki de yaşayıp görmeli...

Yeni Kelimeler Yeni Dünyalar -1

 Bu ay, Türkçe’ye çevrilemeyen, belki bir kaç kelime ve anlamı aynı anda ihtiva eden, bana göre oldukça sihirli kelimelerden bahsetmek istiyorum.


Bazen birileri gelir yanıbaşımıza “Nasılsın?” der; işte o anda içimizde o kadar çeşitli duygu barınıyoruzdur ki, ne diyeceğimizi tam olarak bilemeyiz. “İyiyim” der geçiştiririz. Sanırım tarih içinde daha şiirsel olanlarımız bu sorunun yanıtı için bir takım kelime oyunlarına başvurmuşlar. Bence iyi de yapmışlar. Böylelikle biz milyonların hislerine vesile olmuşlar. Bizlere “Evet ya, tam olarak işte buydu dile dökemediklerim,” dedirtmişler.  

FERNWEH

Almanca kökenli kelime, bizdeki sıla hasretinin tersine “uzağı özlemek” anlamına geliyor. Buradaki “uzak” aşina olduğumuz yerleri kapsamıyor, bilakis daha önce bulunmadığımız yerler. Ne kadar derin ve epik bir ifade, öyle değil mi?

Şimdi www.itiraf.com zamanı J;

Hangimiz arasıra çekip gitmek istemeyiz?

Hangimiz bazen kendisini yabancı gibi hissetmez kendi evinde, yurdunda?

Hangimiz bazen kaçıp ait hissedebileceği bir ortama yönelmek istemez? 

Sanki bir yer var iyi olacakmışız gibidir ve şimdi orada değilizdir.

Sahi bir insan bilmediği uzakları neden özler?

Rutinden uzaklaşmak?

Bilinmezliğin dayanılmaz cazibesi?

Can sıkıntısı?

Gurbet çağrısı?

Keşfetme arzusu?

Macera isteği?

Saplanıp kalmanın çığlığı?

Sadece farklılığa duyulan hasret?

Halbuki, sıklıkla öyle bir “uzak” var mıdır, gitsek mutlu olacak mıyızdır, belli bile değil. Bu durum, yine de birçoğumuzun bu şekilde hissetmesine mani olamaz.

MONO NO AWARE

Madem “uzak” dedik, bir tabir de çoook uzaklardan gelsin madem, güneşin yükseldiği topraklardan; Japonya’dan.

‘Mono no aware’ Japon kültürünün özünü oluşturan kavramlardan, “hayata duyulan derin duyarlılık” diye çevirebileceğimiz bir ifade. Hayatın kaçınılmaz döngüsünün, dolayısıyla şeylerin geçiciliğinin verdiği bir hüzün var bu tabirde. Yere dökülmüş yapraklar bir 'Mono no aware' örneği.

Sonbaharın yaşattığı duygular karşılığını bende bu kelimeyle buluyor. Her sonbahar bunu hissederim, “bir yaz geçip gitti”, “bir sene daha bitmekte”...Bitişleri, elvedaları, geçiciliği ve dolayısıyla çaresizliği çağrıştırır bana her sonbahar.

Belki bu “mono no aware”’dir beni “fernseh”’e iten...Kim bilir?

Sonbaharın tüm ağırlığıyla kendini hissettirdiği, sıcağın yavaş yavaş soğuğa karşı yenildiği bu zaman diliminde, hissettiğim “uzaklara duyulan özlem”. Sıcak, sıcacık bir yerlere gitmeliyim. Kuşlar gibi uzaklaşasım var. Hayalimdir, havaalanına gitmişim, satış görevlisi; “Nereye hanımefendi?” diye soruyor nazikçe. Bense hesapsız- plansız- programsız; “Çook uzak bir yere, denizin ve sıcağın olduğu bilmediğim bir yere,” diye yanıtlıyorum. Her halinden görmüş geçirmiş olduğu belli olan görevli anlamlı bir bakışla elime bir bilet tutuşturuyor; “Pişman olmayacaksınız”, diyor.

Olur mu olur...Belki de yaşayıp görmeli...

30 Haziran 2022 Perşembe

Bu ay karşınıza başlıca tutkuları “okuma” ve “yazmak” olan bir dostumla gelmek istiyorum.


İnsanın çok yakınını anlatması daha bir zormuş meğer; bu satırları karalarken, aman bir şeyler kaçırmayayım, eksik bir şeyler kalmasın duygusu hakim. Duygu demişken, “Duygu” ile yollarımız Boğaziçi Ekonomi sıralarında kesişti,  o gün bugündür de hayatımda. İyi ki de!  Dile kolay birininin 18 yaşından bu yana hayattaki yolculuğuna kimi zaman yakından kimi zaman uzaktan şahitlik yapmak. Söyleyin kim bazı buluşmalarınıza “Al sana göre bir eser, okudum aklıma sen geldin” diye kitap hediye ederek gelir. Benim için derin, hayatı ciddiye alan ama bunun yanında ufak da olsa keyif noktalarını kaçırmayan, saatlerce kâh sohbet edeceğiniz kâh dertleşeceğiniz bir yoldaş. Ona bolca kağıt, kalem ve çay verin ve gerisini boşverin.  

Bizim memlekette mezun olduğu bölümü icra edenlerin sayısı az. Çoğumuz meslek seçmiyoruz, meslek bir şekilde hayatta bizi buluyor, seçiyor. Bunlar arasından, içsel dönüşüm ve farkındalıklarla yerini bulanlarımızın sayısı hayli az, Duygu için tam olarak böyle. Kendi şansını kendisi yaratanlardan. Hem de tırnaklarıyla...

Okul bittiğinde 3 sene bir faktoring şirketinde müşteri ilişkiler departmanında kurumsal hayata atılır. Kendi deyimiyle, okuduğu bölümün kendine uygun olmadığını anlar. Çocukları için ara verir. Anne olmayı hayli zevkli bulsa dahi, kendi potansiyelini gerçekleştirememenin, kabına sığmak zorunda bırakılmanın sancılarını yaşar. Babasının kaybıyla Mario Levi’nin yazarlık atölyelerinde bulur kendisini. Yazmaktan çok hoşlandığını hatırladığı bir dönem olur burası. Nasıl olmasın? Çünkü küçükken nereye gitse elinde kağıdı, kalemiyle gezermiş. Kendi deyimiyle yaşama coşkusunu âdeta geri kazanır.

Sonrası çorap söküğü gibi gelir, Yeşim Cimcoz ile yolları kesişir. Ona alan açan ve yüreklendiren kadını takip eder. Bu arada ilk romanını tamamlar. Yazdıkça hafifler, hafifledikçe yazar. Geribildirimler konusunda deneyim kazanır. Yazıevi, hayatının vazgeçilmez bir parçası olur. Yaptığı geribildirimler ona YazıEvi’nde ders vermenin kapısını aralar; “Yazıya Giriş”, “Yazı Alıştırmaları” derken Yazıevi’nineğitmenlerinden birisi oluverir.  Kovid zamanı başta sanal ortama ayak direse de Sanal Yazıevi onu bu dönemde ayakta tutan demirbaşlardan biri hâline gelir.

Şeyda: Sevgili Duygu öncelikle hoşgeldin. Yazmak sana ne kazandırdı? Yazmak bir insana neler kazandırır?

Duygu: Hoş bulduk. Yazmak öncelikle kendime alan açmamı sağladı. Hayatıma çıplak gözle bakabilme cesaretini yazarak buldum. Her zaman kendimi sözle değil de yazıyla daha iyi ifade ettiğimi düşünürdüm, ama yazmayı sadece sevdiğim bir uğraş olarak gördüm uzun yıllarca. Şimdi yazmanın benim için bir uğraştan çok bir yaşam biçimi olduğunun bilincindeyim. Herkesin bir kendini var etme yöntemi var, benimki de yazmak.

Şeyda: Yazmak ve okumak bir paranın iki yüzü gibi, ayrılmaz bir ikili, müzisyen ve nota, ressam ve tablo gibi. Neler söylemek istersin?

Duygu:  Haklısın, ikisini ayrı düşünemiyorum. Okumadan yazmak ne kadar mümkün olabilir ki… Yazmak öğrenilebilir elbet, oturur, zaman, emek ayırır, yetiştirebilirsiniz kendinizi, ama çağdaş yazarları, edebiyat tarihinde iz bırakmış yazarları okumadan, o cümleleri, o hikayeleri, o karakterleri içselleştirmeden ne kadar yol katedilebilir? İnsan en çok da okuyarak öğreniyor nasıl yazılacağını. Bazen çok sevdiğiniz yazarları okuyarak, bazen de asla okumam diyeceğiniz yazarların kitaplarıyla haşır neşir olarak. Sevmedim dediğiniz kitaplarda bile yazar olarak sizin ne yapmak istemediğinize dair ipuçları bulabilirsiniz.

Şeyda: Şu an Yazıevi’nde “Geliştirici editör” olarak çalışıyorsun biliyorum. Geliştirici editör ne yapar, normal editörden farkı tam olarak nedir?

Duygu:  Yazarın kendi yazmış olduğu ve tamamlandığını düşündüğü bir metindeki aksaklıkları görebilmesi çok da kolay değil aslında. Söz konusu kendi metninizse, tekrar tekrar yaptığınız okumalarda, metne çok yaklaşmış olmanın verdiği bir körlük söz konusu olabiliyor.  Editör, tam da bu aşamada devreye giren yetkin bir üçüncü göz diyebilirim. Metne dışarıdan bakabilen, anlatım bozukluklarından tutun da yazım hatalarına, mantık hatalarına varana kadar aksayan bütün yönlerle ilgili olarak yazara geri dönüm verecek olan kişi.

Geliştirici editörlükte ise size ulaşan metin üzerinden(Burada bahsettiğim tamamlanmış bir dosya değil daha çok, üzerinde çalışılmaya açık metinler. Bu sadece parça yazılar olabilir, hatta bazen sadece bir fikir ya da bir olay örgüsü akışı ile de gelebilir yazar) vereceğiniz geri dönümlerle bir metnin geliştirilmesi, derdini daha iyi ortaya koyan bir metin haline gelmesi ve  tamamlanması konularında, üslubuna müdahale etmeden yazara ihtiyacı olan desteği ve geribildirimi sunmak daha çok.

Zihninizde dönüp duran, yazmak istediğiniz bir fikir var mesela. Bu fikri bir tohum gibi düşünelim. Nasıl bir tohumu ekerken, ilk başta toprağını havalandırır, tohumu güvenli bir şekilde yerleştirir, bir can suyu verirsiniz ve sonrasında da yeterli güneş ışığı, besin, su almasını sağlarsınız, elinizdeki fikrin, zihninizdeki hikayenin de zeminini hazırlarken ayaklarının yere sağlam basması için destek gerekebilir. Bu destek o tohumun baş verdiğini, filizlendiğini, yeşerdiğini görmek ve bu süreci yazarla beraber yakından takip etmek aslında. Geliştirici editörlük bir fikrin/metnin nasıl olgunlaştırabileceği, geliştirebileceği üzerinde yazarla işbirliği içinde olmak da diyebiliriz ki bu beni çok heyecanlandıran bir süreç. Yazarın sürecine, sıfırdan bir hikayenin doğuşuna şahit olmak müthiş keyifli.

YAZIDA DERİNLEŞMEK

Şeyda: Birkaç yazıma verdiğin geribildirim beni de çok beslemişti. Geribildirim vermeyi bilmeyen bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. Geribildirim nedir, nasıl verilmeli, yazıyı nasıl besler?

Duygu:  Biz yıllardır düzenli buluşan gruplarda yazılarımızı paylaşıp birbirimize geribildirim veriyoruz. Bu sürecin çok önemli ve yazarı geliştiren bir parçası bana kalırsa. Birbirinizin ilk okuru olabilmek yani. Bu noktada nasıl geribildirim vereceğiniz de bir o kadar önem kazanıyor. Karşınızdakinin yazma isteğini kırmadan, öncelikle yazıda yakaladığınız olumlu yönlerin altını çizerek, ki bunun her yazıda bulunabileceğine inanıyorum, takıldığınız noktaları da yazarın gelişimine katkıda bulunacak şekilde güzel bir dille ortaya koymak bahsettiğim. Olmamış diye kestirip atmak çok kolay, ama o olmadığını düşündüğünüz yerde, okur olarak akışta neler hissettiğiniz, sizi yazıdan koparanın, tökezletenin ya da orada ihtiyaç duyduğunuz şeyin ne olduğu konusunda yazara fikir verebilmek esas yapıcı olan.

Şeyda: Senelerini yazmaya vermiş biri olarak, yazmak sanırım en güzel şifa tekniklerinden biri. Yazmak bir insanı nasıl şifalandırır? Misal bu minvalde bana “yazar sızıntısı” denen bir olaydan bahsetmiştin. Biraz bunu açar mısın?

Duygu: Yazmanın şifa veren bir yanı olduğu doğru. Siz istediğiniz kadar kurgu yazın, yarattığınız her karakter, yazdığınız her hikaye sizden bir parça taşıyor oluyor. Birebir bir anınızı anlatıyor olmanız gerekmez, siz, yakın çevreniz, karşılaştığınız insanlar, sokakta şahit olduğunuz bir an yazdığınızın bir parçası oluveriyor. Yazarken her ne yazarsak yazalım kendi süzgecimizden geçirip bırakıyoruz düşüncelerimizi kağıda. O yüzden yazdıklarımızı bizden bağımsız düşünmek pek de mümkün değil. Yazmaya başladığım ilk yıllarda her öykümün içinde kendi meselelerimin olduğunu farketmiyordum. Mesela benim bir “saç” temam vardır, ilk zamanlarda yazdığım her şeye sızıyordu. Saçları gereğinden fazla sıkılıkta toplanmış karakterler, dolaşık saçlar, kısacık saçlı küçük kızlar, kalın, tok örgüler oluyordu hikayelerimde. Bunun benimle ilgil olduğunu keşfetmem uzun bir zamanımı aldı. Bu noktada hocam sevgili Yeşim Cimcoz’un katkılarını asla göz ardı edemem.

Yazdıklarımla en çok da kendime bir şey söylemek istiyordum belli ki. Bunu fark edip, kafamı kurcalayan, beynimin arka planında hep çalışan o meseleleri kağıda dökmeden başkalarına hikayeler biçemeyeceğimi kabul ettim ve kendi otobiyografik hikayemden yola çıkan, ama kurgu zeminine oturan, roman diye adlandırabileceğim, iki tane uzun soluklu metin yazdım.  Bu metinleri yazma sürecinde kendi hayatıma üçüncü bir kişi gibi dönüp bakmak, kurguya dönüştürdüğüm yaşantılarımın içinden geçmek bana çok iyi geldi. Hafifledim. Bu beni yazma konusunda da özgürleştirdi. Şu anda ne istersem yazabileceğimi bilmek müthiş bir özgürlük duygusu veriyor bana.

Şeyda: Her birimizin içinde bir yazar, bir anlatıcı, bir editör var dedin. Biraz açıklar mısın? Ne yapar bunlar, aradaki dengeyi kişi nasıl sağlasın?

Duygu: İçimizdeki anlatıcının hikayeleri var, hatta bazen o kadar çok anlatmak istiyor ki, kalemi elimize alınca onu durduramıyoruz. Bir de yazar var içimizde baş köşeye kurulmuş, o ise her anlattığımızı farklı, süslü cümlelerle, güzel anlatmamızı istiyor. Bir de editör var ki onun ben hep omzumun üzerinde oturup oradan baktığını düşünürüm yazılarıma. Aslında bu üçlünün bir aradalığı kıymetli, ama onları dengede tutabilmek herkes için o kadar kolay değil. Eğer anlatıcınız çok baskınsa sayfalar dolusu yazıp, o yazdıklarınızla ne yapacağınızı kestiremeyebilirsiniz. Anlattığınız hikaye nedir, neler birbiriyle ilintili, neler konu dışı ayırt edemeyebilir, kaybolabilirsiniz yazdıklarınızın içinde. Ya da yazarınız her cümleyi süslemek için “Bunu başka şekilde söyleyebilirsin, daha güzel ifade edebilirsin.” diyerek sürekli anlatıcınızın önünü kesiyor olabilir. İçimizdeki editörse bazen çok acımasız olabilir ve size zaten hiçbir zaman yazar olamayacağınızı, yazdığınız cümlenin hiç güzel olmadığını söyler durur ki bu noktada kalırsanız “yazar tıkanıklığı” kaçınılmazdır. Oysa o editör hepimize gerekli, ama onun ne zaman devrede olacağı o kadar önemli ki. En başta devreye giren baskın bir editör sizi yazmaktan uzaklaştırabilir. Toparlarsam yazarken üçünün de başka işlevleri var, ama hangisine ne zaman yüz vereceğinizi bilmek önemli, bu da aslında yazmaya ayırdığınız zamanla, emekle, tecrübeyle gelişen bir şey.

SON SÖZ

Şeyda: Şu an hangi eğitimleri veriyorsun, insanlar sana nasıl ulaşabilir?

Duygu: Şu an bireysel olarak verdiğim bir eğitim yok aslında. Pandemi benim çok da verimli geçiremediğim bir süreç oldu, ama önümüzdeki günlerde Sanal Yazı Evi üyeleri için yeni bir eğitim hazırlamayı düşünüyorum. Umarım sonbahara yetiştirebilirim. Bu arada çok yakında yine üyerimiz için bir diğer geliştirici editör arkadaşımla beraber Kitap Kulübü yapıyor olacağız. Okuduğumuz bir kitaba hem bir okur hem de bir yazar olarak nasıl bakabiliriz fikri üzerinden yürümesini planlıyoruz. Geliştirici editörlük de bir diğer yandan devam ediyor tabii ki. Elinde üzerinde çalışmak istediği bir dosyası olan, bu bitmiş bir öykü ya da roman olabileceği gibi, bir bütünlüğü olmadığını düşündüğünüz parça parça yazılar da olabilir, hatta aklımda bir şeyler var, ama bunu nasıl yazıya dökeceğimi, nasıl geliştireceğimi bilmiyorum diyenler de, bana ve elbette diğer geliştirici editör arkadaşlarıma Sanal Yazı Evi (https://sanalyazievi.com/) üzerinden ulaşabilirler.

Yazmak ve Okumak, İşte Bütün Mesele- Duygu Karataş Röportajı

Bu ay karşınıza başlıca tutkuları “okuma” ve “yazmak” olan bir dostumla gelmek istiyorum.


İnsanın çok yakınını anlatması daha bir zormuş meğer; bu satırları karalarken, aman bir şeyler kaçırmayayım, eksik bir şeyler kalmasın duygusu hakim. Duygu demişken, “Duygu” ile yollarımız Boğaziçi Ekonomi sıralarında kesişti,  o gün bugündür de hayatımda. İyi ki de!  Dile kolay birininin 18 yaşından bu yana hayattaki yolculuğuna kimi zaman yakından kimi zaman uzaktan şahitlik yapmak. Söyleyin kim bazı buluşmalarınıza “Al sana göre bir eser, okudum aklıma sen geldin” diye kitap hediye ederek gelir. Benim için derin, hayatı ciddiye alan ama bunun yanında ufak da olsa keyif noktalarını kaçırmayan, saatlerce kâh sohbet edeceğiniz kâh dertleşeceğiniz bir yoldaş. Ona bolca kağıt, kalem ve çay verin ve gerisini boşverin.  

Bizim memlekette mezun olduğu bölümü icra edenlerin sayısı az. Çoğumuz meslek seçmiyoruz, meslek bir şekilde hayatta bizi buluyor, seçiyor. Bunlar arasından, içsel dönüşüm ve farkındalıklarla yerini bulanlarımızın sayısı hayli az, Duygu için tam olarak böyle. Kendi şansını kendisi yaratanlardan. Hem de tırnaklarıyla...

Okul bittiğinde 3 sene bir faktoring şirketinde müşteri ilişkiler departmanında kurumsal hayata atılır. Kendi deyimiyle, okuduğu bölümün kendine uygun olmadığını anlar. Çocukları için ara verir. Anne olmayı hayli zevkli bulsa dahi, kendi potansiyelini gerçekleştirememenin, kabına sığmak zorunda bırakılmanın sancılarını yaşar. Babasının kaybıyla Mario Levi’nin yazarlık atölyelerinde bulur kendisini. Yazmaktan çok hoşlandığını hatırladığı bir dönem olur burası. Nasıl olmasın? Çünkü küçükken nereye gitse elinde kağıdı, kalemiyle gezermiş. Kendi deyimiyle yaşama coşkusunu âdeta geri kazanır.

Sonrası çorap söküğü gibi gelir, Yeşim Cimcoz ile yolları kesişir. Ona alan açan ve yüreklendiren kadını takip eder. Bu arada ilk romanını tamamlar. Yazdıkça hafifler, hafifledikçe yazar. Geribildirimler konusunda deneyim kazanır. Yazıevi, hayatının vazgeçilmez bir parçası olur. Yaptığı geribildirimler ona YazıEvi’nde ders vermenin kapısını aralar; “Yazıya Giriş”, “Yazı Alıştırmaları” derken Yazıevi’nineğitmenlerinden birisi oluverir.  Kovid zamanı başta sanal ortama ayak direse de Sanal Yazıevi onu bu dönemde ayakta tutan demirbaşlardan biri hâline gelir.

Şeyda: Sevgili Duygu öncelikle hoşgeldin. Yazmak sana ne kazandırdı? Yazmak bir insana neler kazandırır?

Duygu: Hoş bulduk. Yazmak öncelikle kendime alan açmamı sağladı. Hayatıma çıplak gözle bakabilme cesaretini yazarak buldum. Her zaman kendimi sözle değil de yazıyla daha iyi ifade ettiğimi düşünürdüm, ama yazmayı sadece sevdiğim bir uğraş olarak gördüm uzun yıllarca. Şimdi yazmanın benim için bir uğraştan çok bir yaşam biçimi olduğunun bilincindeyim. Herkesin bir kendini var etme yöntemi var, benimki de yazmak.

Şeyda: Yazmak ve okumak bir paranın iki yüzü gibi, ayrılmaz bir ikili, müzisyen ve nota, ressam ve tablo gibi. Neler söylemek istersin?

Duygu:  Haklısın, ikisini ayrı düşünemiyorum. Okumadan yazmak ne kadar mümkün olabilir ki… Yazmak öğrenilebilir elbet, oturur, zaman, emek ayırır, yetiştirebilirsiniz kendinizi, ama çağdaş yazarları, edebiyat tarihinde iz bırakmış yazarları okumadan, o cümleleri, o hikayeleri, o karakterleri içselleştirmeden ne kadar yol katedilebilir? İnsan en çok da okuyarak öğreniyor nasıl yazılacağını. Bazen çok sevdiğiniz yazarları okuyarak, bazen de asla okumam diyeceğiniz yazarların kitaplarıyla haşır neşir olarak. Sevmedim dediğiniz kitaplarda bile yazar olarak sizin ne yapmak istemediğinize dair ipuçları bulabilirsiniz.

Şeyda: Şu an Yazıevi’nde “Geliştirici editör” olarak çalışıyorsun biliyorum. Geliştirici editör ne yapar, normal editörden farkı tam olarak nedir?

Duygu:  Yazarın kendi yazmış olduğu ve tamamlandığını düşündüğü bir metindeki aksaklıkları görebilmesi çok da kolay değil aslında. Söz konusu kendi metninizse, tekrar tekrar yaptığınız okumalarda, metne çok yaklaşmış olmanın verdiği bir körlük söz konusu olabiliyor.  Editör, tam da bu aşamada devreye giren yetkin bir üçüncü göz diyebilirim. Metne dışarıdan bakabilen, anlatım bozukluklarından tutun da yazım hatalarına, mantık hatalarına varana kadar aksayan bütün yönlerle ilgili olarak yazara geri dönüm verecek olan kişi.

Geliştirici editörlükte ise size ulaşan metin üzerinden(Burada bahsettiğim tamamlanmış bir dosya değil daha çok, üzerinde çalışılmaya açık metinler. Bu sadece parça yazılar olabilir, hatta bazen sadece bir fikir ya da bir olay örgüsü akışı ile de gelebilir yazar) vereceğiniz geri dönümlerle bir metnin geliştirilmesi, derdini daha iyi ortaya koyan bir metin haline gelmesi ve  tamamlanması konularında, üslubuna müdahale etmeden yazara ihtiyacı olan desteği ve geribildirimi sunmak daha çok.

Zihninizde dönüp duran, yazmak istediğiniz bir fikir var mesela. Bu fikri bir tohum gibi düşünelim. Nasıl bir tohumu ekerken, ilk başta toprağını havalandırır, tohumu güvenli bir şekilde yerleştirir, bir can suyu verirsiniz ve sonrasında da yeterli güneş ışığı, besin, su almasını sağlarsınız, elinizdeki fikrin, zihninizdeki hikayenin de zeminini hazırlarken ayaklarının yere sağlam basması için destek gerekebilir. Bu destek o tohumun baş verdiğini, filizlendiğini, yeşerdiğini görmek ve bu süreci yazarla beraber yakından takip etmek aslında. Geliştirici editörlük bir fikrin/metnin nasıl olgunlaştırabileceği, geliştirebileceği üzerinde yazarla işbirliği içinde olmak da diyebiliriz ki bu beni çok heyecanlandıran bir süreç. Yazarın sürecine, sıfırdan bir hikayenin doğuşuna şahit olmak müthiş keyifli.

YAZIDA DERİNLEŞMEK

Şeyda: Birkaç yazıma verdiğin geribildirim beni de çok beslemişti. Geribildirim vermeyi bilmeyen bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. Geribildirim nedir, nasıl verilmeli, yazıyı nasıl besler?

Duygu:  Biz yıllardır düzenli buluşan gruplarda yazılarımızı paylaşıp birbirimize geribildirim veriyoruz. Bu sürecin çok önemli ve yazarı geliştiren bir parçası bana kalırsa. Birbirinizin ilk okuru olabilmek yani. Bu noktada nasıl geribildirim vereceğiniz de bir o kadar önem kazanıyor. Karşınızdakinin yazma isteğini kırmadan, öncelikle yazıda yakaladığınız olumlu yönlerin altını çizerek, ki bunun her yazıda bulunabileceğine inanıyorum, takıldığınız noktaları da yazarın gelişimine katkıda bulunacak şekilde güzel bir dille ortaya koymak bahsettiğim. Olmamış diye kestirip atmak çok kolay, ama o olmadığını düşündüğünüz yerde, okur olarak akışta neler hissettiğiniz, sizi yazıdan koparanın, tökezletenin ya da orada ihtiyaç duyduğunuz şeyin ne olduğu konusunda yazara fikir verebilmek esas yapıcı olan.

Şeyda: Senelerini yazmaya vermiş biri olarak, yazmak sanırım en güzel şifa tekniklerinden biri. Yazmak bir insanı nasıl şifalandırır? Misal bu minvalde bana “yazar sızıntısı” denen bir olaydan bahsetmiştin. Biraz bunu açar mısın?

Duygu: Yazmanın şifa veren bir yanı olduğu doğru. Siz istediğiniz kadar kurgu yazın, yarattığınız her karakter, yazdığınız her hikaye sizden bir parça taşıyor oluyor. Birebir bir anınızı anlatıyor olmanız gerekmez, siz, yakın çevreniz, karşılaştığınız insanlar, sokakta şahit olduğunuz bir an yazdığınızın bir parçası oluveriyor. Yazarken her ne yazarsak yazalım kendi süzgecimizden geçirip bırakıyoruz düşüncelerimizi kağıda. O yüzden yazdıklarımızı bizden bağımsız düşünmek pek de mümkün değil. Yazmaya başladığım ilk yıllarda her öykümün içinde kendi meselelerimin olduğunu farketmiyordum. Mesela benim bir “saç” temam vardır, ilk zamanlarda yazdığım her şeye sızıyordu. Saçları gereğinden fazla sıkılıkta toplanmış karakterler, dolaşık saçlar, kısacık saçlı küçük kızlar, kalın, tok örgüler oluyordu hikayelerimde. Bunun benimle ilgil olduğunu keşfetmem uzun bir zamanımı aldı. Bu noktada hocam sevgili Yeşim Cimcoz’un katkılarını asla göz ardı edemem.

Yazdıklarımla en çok da kendime bir şey söylemek istiyordum belli ki. Bunu fark edip, kafamı kurcalayan, beynimin arka planında hep çalışan o meseleleri kağıda dökmeden başkalarına hikayeler biçemeyeceğimi kabul ettim ve kendi otobiyografik hikayemden yola çıkan, ama kurgu zeminine oturan, roman diye adlandırabileceğim, iki tane uzun soluklu metin yazdım.  Bu metinleri yazma sürecinde kendi hayatıma üçüncü bir kişi gibi dönüp bakmak, kurguya dönüştürdüğüm yaşantılarımın içinden geçmek bana çok iyi geldi. Hafifledim. Bu beni yazma konusunda da özgürleştirdi. Şu anda ne istersem yazabileceğimi bilmek müthiş bir özgürlük duygusu veriyor bana.

Şeyda: Her birimizin içinde bir yazar, bir anlatıcı, bir editör var dedin. Biraz açıklar mısın? Ne yapar bunlar, aradaki dengeyi kişi nasıl sağlasın?

Duygu: İçimizdeki anlatıcının hikayeleri var, hatta bazen o kadar çok anlatmak istiyor ki, kalemi elimize alınca onu durduramıyoruz. Bir de yazar var içimizde baş köşeye kurulmuş, o ise her anlattığımızı farklı, süslü cümlelerle, güzel anlatmamızı istiyor. Bir de editör var ki onun ben hep omzumun üzerinde oturup oradan baktığını düşünürüm yazılarıma. Aslında bu üçlünün bir aradalığı kıymetli, ama onları dengede tutabilmek herkes için o kadar kolay değil. Eğer anlatıcınız çok baskınsa sayfalar dolusu yazıp, o yazdıklarınızla ne yapacağınızı kestiremeyebilirsiniz. Anlattığınız hikaye nedir, neler birbiriyle ilintili, neler konu dışı ayırt edemeyebilir, kaybolabilirsiniz yazdıklarınızın içinde. Ya da yazarınız her cümleyi süslemek için “Bunu başka şekilde söyleyebilirsin, daha güzel ifade edebilirsin.” diyerek sürekli anlatıcınızın önünü kesiyor olabilir. İçimizdeki editörse bazen çok acımasız olabilir ve size zaten hiçbir zaman yazar olamayacağınızı, yazdığınız cümlenin hiç güzel olmadığını söyler durur ki bu noktada kalırsanız “yazar tıkanıklığı” kaçınılmazdır. Oysa o editör hepimize gerekli, ama onun ne zaman devrede olacağı o kadar önemli ki. En başta devreye giren baskın bir editör sizi yazmaktan uzaklaştırabilir. Toparlarsam yazarken üçünün de başka işlevleri var, ama hangisine ne zaman yüz vereceğinizi bilmek önemli, bu da aslında yazmaya ayırdığınız zamanla, emekle, tecrübeyle gelişen bir şey.

SON SÖZ

Şeyda: Şu an hangi eğitimleri veriyorsun, insanlar sana nasıl ulaşabilir?

Duygu: Şu an bireysel olarak verdiğim bir eğitim yok aslında. Pandemi benim çok da verimli geçiremediğim bir süreç oldu, ama önümüzdeki günlerde Sanal Yazı Evi üyeleri için yeni bir eğitim hazırlamayı düşünüyorum. Umarım sonbahara yetiştirebilirim. Bu arada çok yakında yine üyerimiz için bir diğer geliştirici editör arkadaşımla beraber Kitap Kulübü yapıyor olacağız. Okuduğumuz bir kitaba hem bir okur hem de bir yazar olarak nasıl bakabiliriz fikri üzerinden yürümesini planlıyoruz. Geliştirici editörlük de bir diğer yandan devam ediyor tabii ki. Elinde üzerinde çalışmak istediği bir dosyası olan, bu bitmiş bir öykü ya da roman olabileceği gibi, bir bütünlüğü olmadığını düşündüğünüz parça parça yazılar da olabilir, hatta aklımda bir şeyler var, ama bunu nasıl yazıya dökeceğimi, nasıl geliştireceğimi bilmiyorum diyenler de, bana ve elbette diğer geliştirici editör arkadaşlarıma Sanal Yazı Evi (https://sanalyazievi.com/) üzerinden ulaşabilirler.

25 Nisan 2022 Pazartesi

Ankaralı. TED Ankara Kolejli. 20 yaşında Bilkent Üniversitesi’ni bitirir. Kendini bir anda Ankara’nın korunaklı havasından New York’un kozmopolit ortamına transfer edilmiş bulur. İkiz Kuleler’in yanıbaşındaki finans bölgesinde hayalini kurduğu staja başladığı gün takvim 10 Eylül2001’i gösterir. “Hayat sen planlar yaparken başına gelenlermiş” misali ertesi gün talihsiz  11 Eylül olayları yaşanır, hem de burnunun dibinde; Starbucks’tan kahvesini alıp mutlu mutlu staj yapacağı yere giderken, bölgenin ve mezuniyetten sonra orada çalışma hayalinin yerle bir olduğunu görür. Uluslararası Finans alanında yaptığı yüksek lisansı tamamlar ve anayurda döner.

Kurumsal hayattan serbest zamanlı çalışmaya kendi deyimiyle “yumuşak geçiş” yapar. İlk 10 senelik kurumsal bankacılık deneyiminde finanstan daha çok iletişimi sevdiğini görür. Bunu fark edince portföy yönetimi tarafına kayar, Amsterdam’da 4 sene bu alanda hizmet verir. Araya birkaç yıllık Kurumsal İletişim ve Medya sektörü girer. Bu yıllarını “kurumsal disiplin edindiği, kurumların işleyiş yapısını öğrendiği” yıllar olarak tanımlıyor. “İnsanın bir diyetisyeni, bir spor hocası varsa neden bir yaşam koçu da olmasın” derken yolu tesadüfen koçlukla kesişir. Öğrenmeye bayılıyor. Bir yandan 2000’i aşan saat eğitimlere katılıp koçluk alırken; diğer yandan eğitimler verip koçluklar yapmaya başlar. Özellikle grup atölyeleri ve kurumsal eğitimler konusunda derinleşir.

Gayet temkinli adımlarla ilerler. İlk etapta kurumsal kariyerini yarı zamanlıya indirir. Şimdi karşımızda kendi kanatlarıyla uçan; eğitim ve koçluk alanında hizmet veren hayat enerjisi hayli yüksek bir kadın var. Onunla konuştuğunuzda sahne tozu yutmuş olduğunu anlıyorsunuz. Türkçe’mizi gayet iyi kullanıp akıcı konuşmasıyla yıllarca sahne önü veya arkası çalıştığını hemencecik fark ediyorsunuz. Bir kez daha görüyoruz yaşam için tiyatro elzem, sanat şart !

Şeyda: Hoşgeldin Çiğdem. Öncelikle seni tanımama vesile olan Love Mafia platformumuzu hayata geçiren sevgili Eda Çarmıklı ve Markus Lehto’ya teşekkür ederek başlamak isterim. Kurumsal hayatı, beyaz yakalı olmayı yavaş yavaş bıraktığını görüyorum. Bir yanın özgürce uçmaya niyetlenirken,  diğer yandan ayakların sağlamca yere basmış. Sıklıkla altını çizdiğin “hayata holistik, bütüncül bakmak” diye bir kavram var. Bütün bunların ışığında neler söylemek istersin? 

Çiğdem: Hoşbulduk Şeydacığım. Love Mafia’mızın varlığına, senin gibi birçok değerli isimle beraber üretip akma alanı açan sosyal kabilemize ben de minnettarım.

Kendi adıma ne büsbütün spiritüel tarafta salınan, ne de bildik kurumsal dinamiklerde sıkışmış bir noktada, ikisinin kendimce bileşkesinde var olmaya ve alan açmaya gayret ediyorum.

Nitekim sözünü ettiğin bütüncül bakış artık iş dünyasının da gündeminde yer alıyor… Geçen günlerde Harvard Business Review’da okuduğum “Mindful Leadership” konusu çok hoşuma gitti. Liderlik gurusu Peter Drucker “önce kendinizi yönetmedikçe insanları yönetemezsiniz” diyor... Ben de herhangi bir liderliğin önce kendimizden başladığına inanıyorum. Yoğun ve hızlı iş temposunda, odaklanma ve farkındalık, etkili performans ve öz-yönetim için temel nitelikler. Düşüncelerimizin ve duygularımızın daha fazla farkına vardıkça, kendimizi daha iyi yönetebilir ve değerlerimiz ve hedeflerimizle daha uyumlu hareket edebiliriz. Gerçek mutluluğu neyin oluşturduğunun farkında olmak, diğer insanları gerçekten neyin harekete geçirdiğini anlamamıza da yardımcı olur… Farkındalık eğitimleri yoluyla geliştirilen zihinsel güç ve özgürlük sayesinde kendimize ayna tutabiliriz; anda olmayı ve ufuk açan, ilham veren bir iletişim dilini mümkün kılabiliriz. Nitekim Love Mafia’nın kurumsal bacağı olan LifeWorksLabs içeriklerinde de hepimizin farklı bakış açılarıyla merkeze koyduğu duruş az çok böyle…

EĞİTİME DAİR

Şeyda: Şu an hangi eğitimleri veriyorsun? Senin en çok keyif aldıkların hangileri?

Çiğdem: Kurumsal kariyerim boyunca, sektör fark etmeksizin, işimin odağında her zaman insan ilişkileri ve iletişim yer aldı. Bu deneyimlerden öğrendiklerimi ve farklı ülkelerde yaşarken edindiğim vizyonu koçluk ve eğitmenlik çalışmalarıma aktarmaya gayret ediyorum. Konuşma ve Susma Sanatı, Hikâye Anlatıcılığı ve Oyunlaştırma, Etkili İletişim, Fasilitasyon Yetkinlikleri ve Finansal Okuryazarlık eğitimleri veriyorum.

Hepsindeki farklı konuları ve dinamikleri, o ortak enerji ve öğrenme alanında bulunmayı, yeni kurumlarda alan açmayı çok seviyorum. Ama sanırım, Love Mafia’da başladığımızdan beri defalarca açtığımız “Yaşam Ağacımızı Süslemek” atölyesinin ve geçen ay ilk defa açtığımız, oyunlaştırılmış bir akışla ilişki dinamiklerimize baktığımız “Aşk Oyunu” atölyesinin yeri bende ayrı 😊

Şeyda: Verdiğin eğitimlerden biri “Susma Sanatı”. Beni hayli etkilemişti bu başlık. Neden dinleyemiyoruz insanlık olarak, susmak bir sanat mıdır?

Çiğdem: Çoğumuz dinler görünürken, aslında kendi konuşma sıramızın gelmesini bekliyoruz. Hem dilimizde hem de zihnimizde sustuğumuz zaman, diğer kişinin söylediklerine ve hatta söylemediklerine odaklanabiliriz. Aslında etkili bir iletişim aracı olarak sessizliğin gücü üzerinde çok az durulur; hatta çoğu kimse için sessizlik iletişim bile değildir. Gerçekte sessizlik, doğru ve yapıcı biçimleriyle kullanıldığında çok etkili bir iletişim aracı, ve evet bence sanattır.. Yani diyoruz ki öyle bir sus ki, herkes seni dinlesin! 😊

Şeyda: Oğlun “Ozan” için “Hayatımı şiire çevirdi” dediğini anımsıyorum. Ne güzel bir benzetme! Başta Ebeveyn koçluğu olmak üzere, aldığın eğitimlerde çocuk yetiştirmeye dair neler gördün? Oğlun ile ilişkine ne kadarını uygulayabildin?

Çiğdem: Teşekkür ederim. Adıyla büyüsün, çevirdi gerçekten… Olabildiğince kendini özgürce ifade etmesine alan açmaya, onu anne kulağıyla değil koç kulağıyla dinlemeye ve farklı bir ilişki kurmaya gayret ediyorum. Ozan 9 yaşında. Pandemi sürecinde ilkokul 1. sınıfın ortasından 3. sınıfa kadar evde eğitim almak durumunda kaldı. O dönemde de önceliği onun öğretmeni olmaya değil oyun arkadaşı olmaya verdim. Tüm teneffüslerde deli deli oynadık. Çünkü temel eğitimde kalan eksiklikleri sonradan tamamlayabileceğimize ama izolasyon sürecinde duygusal açıdan onu desteklemenin daha önemli olduğuna inandım.

Ama doğruya doğru, inanılmaz güzellikleriyle beraber zorlayıcı yanları da olabilen bir yolculuk annelik, bazen de eğitimmiş koçlukmuş uçup gidebiliyor 😊😊

PANDEMİ

Şeyda: Pandemiye kadar çevrimiçi eğitim yapmaya direndiğini belirtmiştin. Bir paradigma değişikliği olur hayatında. Neydi o, pandemi eğitim dünyasına ne getirdi ve eğitim dünyasından neler götürdü sence?

Çiğdem: Temsil sistemlerimiz farklıdır bilirsin.. Görsel temsil sistemi daha baskın olanlar görerek, okuyarak; işitseller dinleyerek, sesli tekrar ederek ve tartışarak daha rahat öğrenir. Bazılarımızınsa aklında hareket enerjisi daha iyi kalır; öğrenilecek şeylerle fiziksel temas kurarak, uygulayarak daha rahat öğreniriz ya da çalışırız.

Ben kinestetik sistemi baskın, sözlü ya da sözsüz, ama ille de yüzyüze, dokunsal iletişimi tercih eden birisiyim. Uzun süre sanal ortamda seans yapmaya direndim. Ama pandemi sürecinde hep beraber içerilere kapanınca bu bir seçim olmaktan çıkıp zorunluluk haline geldi. Ve gördüm ki dizdize olmadan da göz göze gönül gönüle olunabilirmiş, sanal ortamlarda da insan kendine ve başkalarına alan açabilirmiş. Üstelik bunun da etki alanını genişletmek, oturduğun yerden işini yapabilmek gibi rahatlıkları varmış. Ekranda görünen üst kısımda gömlek-makyaj, aşağıda eşofman-terlik kombinleri aldı yürüdü 😊 Ama şaka bir yana, pandemi eğitim dünyasına gerçekten farklı mümkünler getirdi…

Bu mümkünler, Metaverse aleminin sonsuzluğunda kimbilir daha ne kapılar açacak, göreceğiz… Dürüst olayım, halen yüzyüze ortamları bambaşka buluyorum, ama artık rahatlıkla sanal ortamda da çalışabiliyorum.

SON SÖZ

Şeyda: En son olarak 11 Eylül olaylarını canlı canlı yaşamış biri olarak, o güne dair, hayata dair neler söylemek istersin?

Çiğdem: O sevimsiz gün benim kendim için çizdiğim resim değişti. O gün yaşanmasaydı belki New York’tan dönmeyecektim, hayatımı orada kuracaktım. O zaman da son 21 yılda başıma gelen birçok harika şey belki olmayacaktı…

New York’tan İstanbul’a, oradan Amsterdam’a, Amsterdam’dan Ankara’ya dönmek; neredeyse 35 yaşımda, uğruna cidden emek verilmiş bir kurumsal kariyeri geride bırakıp serbest çalışma kararı vermek… Hepsi heyecan verici ama zorlu yanları da olan; sonradan geriye bakınca yapmasaydık bilemeyecektik dedirten kararlardı.

Kişisel tarihimin ötesinde o gün Dünya da değişti… Ondan önceki sayısız defa olduğu ve bundan sonra da sayısız defa olacağı gibi… Ve yine zorlu günlerin içinden geçiyoruz. Bir yandan savaşa, bir yandan pandemiye, ekonomiye, değişen şartlara dair kaygılarımız hiç bitmiyor.

Sanırım mevcut koşulları olduğu gibi kabul edip her şey için ve her şeye rağmen şükredebilmek esas… Ve galiba da arada kendimize anımsatmak gerek; hayatın akışında, seçimler kadar sürprizler de, gönüllü ve zorunlu değişimler de bazen insanı tam da olması gereken yere çıkarıyor… 😊

 

Tiyatro Sahnesinden Eğitim Sahnesine- Çiğdem Eren Kiziroğlu Söyleşisi

Ankaralı. TED Ankara Kolejli. 20 yaşında Bilkent Üniversitesi’ni bitirir. Kendini bir anda Ankara’nın korunaklı havasından New York’un kozmopolit ortamına transfer edilmiş bulur. İkiz Kuleler’in yanıbaşındaki finans bölgesinde hayalini kurduğu staja başladığı gün takvim 10 Eylül2001’i gösterir. “Hayat sen planlar yaparken başına gelenlermiş” misali ertesi gün talihsiz  11 Eylül olayları yaşanır, hem de burnunun dibinde; Starbucks’tan kahvesini alıp mutlu mutlu staj yapacağı yere giderken, bölgenin ve mezuniyetten sonra orada çalışma hayalinin yerle bir olduğunu görür. Uluslararası Finans alanında yaptığı yüksek lisansı tamamlar ve anayurda döner.

Kurumsal hayattan serbest zamanlı çalışmaya kendi deyimiyle “yumuşak geçiş” yapar. İlk 10 senelik kurumsal bankacılık deneyiminde finanstan daha çok iletişimi sevdiğini görür. Bunu fark edince portföy yönetimi tarafına kayar, Amsterdam’da 4 sene bu alanda hizmet verir. Araya birkaç yıllık Kurumsal İletişim ve Medya sektörü girer. Bu yıllarını “kurumsal disiplin edindiği, kurumların işleyiş yapısını öğrendiği” yıllar olarak tanımlıyor. “İnsanın bir diyetisyeni, bir spor hocası varsa neden bir yaşam koçu da olmasın” derken yolu tesadüfen koçlukla kesişir. Öğrenmeye bayılıyor. Bir yandan 2000’i aşan saat eğitimlere katılıp koçluk alırken; diğer yandan eğitimler verip koçluklar yapmaya başlar. Özellikle grup atölyeleri ve kurumsal eğitimler konusunda derinleşir.

Gayet temkinli adımlarla ilerler. İlk etapta kurumsal kariyerini yarı zamanlıya indirir. Şimdi karşımızda kendi kanatlarıyla uçan; eğitim ve koçluk alanında hizmet veren hayat enerjisi hayli yüksek bir kadın var. Onunla konuştuğunuzda sahne tozu yutmuş olduğunu anlıyorsunuz. Türkçe’mizi gayet iyi kullanıp akıcı konuşmasıyla yıllarca sahne önü veya arkası çalıştığını hemencecik fark ediyorsunuz. Bir kez daha görüyoruz yaşam için tiyatro elzem, sanat şart !

Şeyda: Hoşgeldin Çiğdem. Öncelikle seni tanımama vesile olan Love Mafia platformumuzu hayata geçiren sevgili Eda Çarmıklı ve Markus Lehto’ya teşekkür ederek başlamak isterim. Kurumsal hayatı, beyaz yakalı olmayı yavaş yavaş bıraktığını görüyorum. Bir yanın özgürce uçmaya niyetlenirken,  diğer yandan ayakların sağlamca yere basmış. Sıklıkla altını çizdiğin “hayata holistik, bütüncül bakmak” diye bir kavram var. Bütün bunların ışığında neler söylemek istersin? 

Çiğdem: Hoşbulduk Şeydacığım. Love Mafia’mızın varlığına, senin gibi birçok değerli isimle beraber üretip akma alanı açan sosyal kabilemize ben de minnettarım.

Kendi adıma ne büsbütün spiritüel tarafta salınan, ne de bildik kurumsal dinamiklerde sıkışmış bir noktada, ikisinin kendimce bileşkesinde var olmaya ve alan açmaya gayret ediyorum.

Nitekim sözünü ettiğin bütüncül bakış artık iş dünyasının da gündeminde yer alıyor… Geçen günlerde Harvard Business Review’da okuduğum “Mindful Leadership” konusu çok hoşuma gitti. Liderlik gurusu Peter Drucker “önce kendinizi yönetmedikçe insanları yönetemezsiniz” diyor... Ben de herhangi bir liderliğin önce kendimizden başladığına inanıyorum. Yoğun ve hızlı iş temposunda, odaklanma ve farkındalık, etkili performans ve öz-yönetim için temel nitelikler. Düşüncelerimizin ve duygularımızın daha fazla farkına vardıkça, kendimizi daha iyi yönetebilir ve değerlerimiz ve hedeflerimizle daha uyumlu hareket edebiliriz. Gerçek mutluluğu neyin oluşturduğunun farkında olmak, diğer insanları gerçekten neyin harekete geçirdiğini anlamamıza da yardımcı olur… Farkındalık eğitimleri yoluyla geliştirilen zihinsel güç ve özgürlük sayesinde kendimize ayna tutabiliriz; anda olmayı ve ufuk açan, ilham veren bir iletişim dilini mümkün kılabiliriz. Nitekim Love Mafia’nın kurumsal bacağı olan LifeWorksLabs içeriklerinde de hepimizin farklı bakış açılarıyla merkeze koyduğu duruş az çok böyle…

EĞİTİME DAİR

Şeyda: Şu an hangi eğitimleri veriyorsun? Senin en çok keyif aldıkların hangileri?

Çiğdem: Kurumsal kariyerim boyunca, sektör fark etmeksizin, işimin odağında her zaman insan ilişkileri ve iletişim yer aldı. Bu deneyimlerden öğrendiklerimi ve farklı ülkelerde yaşarken edindiğim vizyonu koçluk ve eğitmenlik çalışmalarıma aktarmaya gayret ediyorum. Konuşma ve Susma Sanatı, Hikâye Anlatıcılığı ve Oyunlaştırma, Etkili İletişim, Fasilitasyon Yetkinlikleri ve Finansal Okuryazarlık eğitimleri veriyorum.

Hepsindeki farklı konuları ve dinamikleri, o ortak enerji ve öğrenme alanında bulunmayı, yeni kurumlarda alan açmayı çok seviyorum. Ama sanırım, Love Mafia’da başladığımızdan beri defalarca açtığımız “Yaşam Ağacımızı Süslemek” atölyesinin ve geçen ay ilk defa açtığımız, oyunlaştırılmış bir akışla ilişki dinamiklerimize baktığımız “Aşk Oyunu” atölyesinin yeri bende ayrı 😊

Şeyda: Verdiğin eğitimlerden biri “Susma Sanatı”. Beni hayli etkilemişti bu başlık. Neden dinleyemiyoruz insanlık olarak, susmak bir sanat mıdır?

Çiğdem: Çoğumuz dinler görünürken, aslında kendi konuşma sıramızın gelmesini bekliyoruz. Hem dilimizde hem de zihnimizde sustuğumuz zaman, diğer kişinin söylediklerine ve hatta söylemediklerine odaklanabiliriz. Aslında etkili bir iletişim aracı olarak sessizliğin gücü üzerinde çok az durulur; hatta çoğu kimse için sessizlik iletişim bile değildir. Gerçekte sessizlik, doğru ve yapıcı biçimleriyle kullanıldığında çok etkili bir iletişim aracı, ve evet bence sanattır.. Yani diyoruz ki öyle bir sus ki, herkes seni dinlesin! 😊

Şeyda: Oğlun “Ozan” için “Hayatımı şiire çevirdi” dediğini anımsıyorum. Ne güzel bir benzetme! Başta Ebeveyn koçluğu olmak üzere, aldığın eğitimlerde çocuk yetiştirmeye dair neler gördün? Oğlun ile ilişkine ne kadarını uygulayabildin?

Çiğdem: Teşekkür ederim. Adıyla büyüsün, çevirdi gerçekten… Olabildiğince kendini özgürce ifade etmesine alan açmaya, onu anne kulağıyla değil koç kulağıyla dinlemeye ve farklı bir ilişki kurmaya gayret ediyorum. Ozan 9 yaşında. Pandemi sürecinde ilkokul 1. sınıfın ortasından 3. sınıfa kadar evde eğitim almak durumunda kaldı. O dönemde de önceliği onun öğretmeni olmaya değil oyun arkadaşı olmaya verdim. Tüm teneffüslerde deli deli oynadık. Çünkü temel eğitimde kalan eksiklikleri sonradan tamamlayabileceğimize ama izolasyon sürecinde duygusal açıdan onu desteklemenin daha önemli olduğuna inandım.

Ama doğruya doğru, inanılmaz güzellikleriyle beraber zorlayıcı yanları da olabilen bir yolculuk annelik, bazen de eğitimmiş koçlukmuş uçup gidebiliyor 😊😊

PANDEMİ

Şeyda: Pandemiye kadar çevrimiçi eğitim yapmaya direndiğini belirtmiştin. Bir paradigma değişikliği olur hayatında. Neydi o, pandemi eğitim dünyasına ne getirdi ve eğitim dünyasından neler götürdü sence?

Çiğdem: Temsil sistemlerimiz farklıdır bilirsin.. Görsel temsil sistemi daha baskın olanlar görerek, okuyarak; işitseller dinleyerek, sesli tekrar ederek ve tartışarak daha rahat öğrenir. Bazılarımızınsa aklında hareket enerjisi daha iyi kalır; öğrenilecek şeylerle fiziksel temas kurarak, uygulayarak daha rahat öğreniriz ya da çalışırız.

Ben kinestetik sistemi baskın, sözlü ya da sözsüz, ama ille de yüzyüze, dokunsal iletişimi tercih eden birisiyim. Uzun süre sanal ortamda seans yapmaya direndim. Ama pandemi sürecinde hep beraber içerilere kapanınca bu bir seçim olmaktan çıkıp zorunluluk haline geldi. Ve gördüm ki dizdize olmadan da göz göze gönül gönüle olunabilirmiş, sanal ortamlarda da insan kendine ve başkalarına alan açabilirmiş. Üstelik bunun da etki alanını genişletmek, oturduğun yerden işini yapabilmek gibi rahatlıkları varmış. Ekranda görünen üst kısımda gömlek-makyaj, aşağıda eşofman-terlik kombinleri aldı yürüdü 😊 Ama şaka bir yana, pandemi eğitim dünyasına gerçekten farklı mümkünler getirdi…

Bu mümkünler, Metaverse aleminin sonsuzluğunda kimbilir daha ne kapılar açacak, göreceğiz… Dürüst olayım, halen yüzyüze ortamları bambaşka buluyorum, ama artık rahatlıkla sanal ortamda da çalışabiliyorum.

SON SÖZ

Şeyda: En son olarak 11 Eylül olaylarını canlı canlı yaşamış biri olarak, o güne dair, hayata dair neler söylemek istersin?

Çiğdem: O sevimsiz gün benim kendim için çizdiğim resim değişti. O gün yaşanmasaydı belki New York’tan dönmeyecektim, hayatımı orada kuracaktım. O zaman da son 21 yılda başıma gelen birçok harika şey belki olmayacaktı…

New York’tan İstanbul’a, oradan Amsterdam’a, Amsterdam’dan Ankara’ya dönmek; neredeyse 35 yaşımda, uğruna cidden emek verilmiş bir kurumsal kariyeri geride bırakıp serbest çalışma kararı vermek… Hepsi heyecan verici ama zorlu yanları da olan; sonradan geriye bakınca yapmasaydık bilemeyecektik dedirten kararlardı.

Kişisel tarihimin ötesinde o gün Dünya da değişti… Ondan önceki sayısız defa olduğu ve bundan sonra da sayısız defa olacağı gibi… Ve yine zorlu günlerin içinden geçiyoruz. Bir yandan savaşa, bir yandan pandemiye, ekonomiye, değişen şartlara dair kaygılarımız hiç bitmiyor.

Sanırım mevcut koşulları olduğu gibi kabul edip her şey için ve her şeye rağmen şükredebilmek esas… Ve galiba da arada kendimize anımsatmak gerek; hayatın akışında, seçimler kadar sürprizler de, gönüllü ve zorunlu değişimler de bazen insanı tam da olması gereken yere çıkarıyor… 😊

 

23 Mart 2022 Çarşamba

 Ne zamandır mistik bir öykü paylaşmadığımı fark ettim.

Bu zamansız, evrensel, genel geçer doğruları ders vermeden anlatan hikâyeleri her zaman çok sevmişimdir.

Büyük Sufi mistiği Beyazıt Bestami hakkında anlatılan öyküde, üstatın “yakınlık makamı”na ulaştığında “Bir şey iste!” diye bir söz işittiği rivâyet edilir.

Yakınlık makamı ne diyecek olursanız, hakkınız var derim. Ben de yeni öğrendim. Yakınlık hâli, sessizliğe girildiğinde, düşünceler buharlaşıp uçarken, kafadaki sesler yok olurken, düşünceleri insanı bir bir terk ederken, tam kaybolmanın kıyısındaki hâliymiş meğer.

Beyazıt sözü duyunca “Benim bir arzum yok,” diye yanıtlar.

Ses yineler: “Bir şey iste!” Beyazıt tekrar, “İsteyecek birşey yok, çünkü hiç bir arzum yok,” diye cevaplar. Ses ısrar eder “Bir şey iste!” “O hâlde sadece Seni istiyorum.”

 O zaman ses şöyle der; “ Beyazıt’ın varlığından bir tek atom bile kalsa, bu mümkün değildir”.

Beyazıt anlar, kaçırmıştır. Neler olduğuna bakar. Geri dönmüştür, arzu olunca geri döner insan, zihin geri döner. Önceleri Beyazıt’ın Tanrı’yı arzulamasının iyi bir şey olduğunu düşünmüştüm. Oysa arzunun arzu olduğu ve hâl böyle olunca insanın neyi veya kimi arzuladığının pek önemi olmadığını öğrendiğimde- aslında tekrar hatırladığımda- hayret ettiğimi hatırlıyorum. “Sadece seni istiyorum” dediği an, 'Ben' geri döner. 'Ben' varsa 'Sen' olur ve insan dualite dünyasına geri döner," diye muhteşem yorumuyla devam eder büyük üstat Osho.

Beyazıt dersini almıştır. Günlerden bir gün yine “yakınlık makamına” girer. Ses tekrar işitilir; “Bir şey iste!”. Bu sefer Beyazıt sessiz kalır. Ses ısrar etmeye devam eder. Beyazıt “isteyecek hiçbir şeyim yok” bile diyemez. Çünkü Beyazıt orada değildir, orada hiç kimse yoktur, neyi  isteyebilsin, nasıl cevap verebilsin? Sessizlik bozulmadan devam eder. Ve derler ki Beyazıt nihai atlamayı yapar. Üstatlar buyurur;  ancak kendini kendi içine bırakırsan, ancak “Ben” diyebilecek hiç bir merkez kalmadığında, ancak kendi varlığının içinde yok olduğunda Tanrı’yı bilebilirsin.

Zaten ses de bir zamanlar öyle dememiş miydi?  “ Beyazıt’ın varlığından bir tek atom bile kalsa, bu mümkün değildir”. Şöyle anlatılır; zorluk Tanrı’yı bulmakta değil, kendini kaybetmektedir. Bir buz kütlesinin eriyip akması misâli.

Kıssadan hisse...    


Osho- 'Sufizm Üzerine Konuşmalar' kitabından alıntı

Arzulamamanın Hafifliği

 Ne zamandır mistik bir öykü paylaşmadığımı fark ettim.

Bu zamansız, evrensel, genel geçer doğruları ders vermeden anlatan hikâyeleri her zaman çok sevmişimdir.

Büyük Sufi mistiği Beyazıt Bestami hakkında anlatılan öyküde, üstatın “yakınlık makamı”na ulaştığında “Bir şey iste!” diye bir söz işittiği rivâyet edilir.

Yakınlık makamı ne diyecek olursanız, hakkınız var derim. Ben de yeni öğrendim. Yakınlık hâli, sessizliğe girildiğinde, düşünceler buharlaşıp uçarken, kafadaki sesler yok olurken, düşünceleri insanı bir bir terk ederken, tam kaybolmanın kıyısındaki hâliymiş meğer.

Beyazıt sözü duyunca “Benim bir arzum yok,” diye yanıtlar.

Ses yineler: “Bir şey iste!” Beyazıt tekrar, “İsteyecek birşey yok, çünkü hiç bir arzum yok,” diye cevaplar. Ses ısrar eder “Bir şey iste!” “O hâlde sadece Seni istiyorum.”

 O zaman ses şöyle der; “ Beyazıt’ın varlığından bir tek atom bile kalsa, bu mümkün değildir”.

Beyazıt anlar, kaçırmıştır. Neler olduğuna bakar. Geri dönmüştür, arzu olunca geri döner insan, zihin geri döner. Önceleri Beyazıt’ın Tanrı’yı arzulamasının iyi bir şey olduğunu düşünmüştüm. Oysa arzunun arzu olduğu ve hâl böyle olunca insanın neyi veya kimi arzuladığının pek önemi olmadığını öğrendiğimde- aslında tekrar hatırladığımda- hayret ettiğimi hatırlıyorum. “Sadece seni istiyorum” dediği an, 'Ben' geri döner. 'Ben' varsa 'Sen' olur ve insan dualite dünyasına geri döner," diye muhteşem yorumuyla devam eder büyük üstat Osho.

Beyazıt dersini almıştır. Günlerden bir gün yine “yakınlık makamına” girer. Ses tekrar işitilir; “Bir şey iste!”. Bu sefer Beyazıt sessiz kalır. Ses ısrar etmeye devam eder. Beyazıt “isteyecek hiçbir şeyim yok” bile diyemez. Çünkü Beyazıt orada değildir, orada hiç kimse yoktur, neyi  isteyebilsin, nasıl cevap verebilsin? Sessizlik bozulmadan devam eder. Ve derler ki Beyazıt nihai atlamayı yapar. Üstatlar buyurur;  ancak kendini kendi içine bırakırsan, ancak “Ben” diyebilecek hiç bir merkez kalmadığında, ancak kendi varlığının içinde yok olduğunda Tanrı’yı bilebilirsin.

Zaten ses de bir zamanlar öyle dememiş miydi?  “ Beyazıt’ın varlığından bir tek atom bile kalsa, bu mümkün değildir”. Şöyle anlatılır; zorluk Tanrı’yı bulmakta değil, kendini kaybetmektedir. Bir buz kütlesinin eriyip akması misâli.

Kıssadan hisse...    


Osho- 'Sufizm Üzerine Konuşmalar' kitabından alıntı

22 Mart 2022 Salı

 “Bir insanı efsane yapan yarattığı efsanelerdir.” Coco Chanel

Kendisi de bir efsane olan Chanel böyle söylüyor. Borç aldığı parayla Paris’te bir butik açtığı 1910 yılından yaşamına veda ettiği 1971 yılına gelindiğinde ardında bir moda devi bırakan Chanel’i efsane yapan sahiden neydi? Gelin bu sıradışı kadının yaşamına, kendi sözleri eşliğinde beraber bakalım mı?

“Giysilerin şıklığı, sağladıkları hareket özgürlüğüyle gelir.”

Chanel’in modaya girişi 1900’lü yılların başına rastlar. 1.Dünya savaşı henüz bitmiş, erkek nüfusu hayli azalmış bir dünyada artık kadınlar iş gücüne girmeye başlamıştır. Yalnız korseler, uzun bileğe kadar gelen boyları ile kat kat giyilen etekler, kadının günlük çalışma hayatı için hiç uygun değildir. Bu kısıtlamaları tek tek ortadan kaldıran Chanel; kadınların giysilerini dönemine göre oldukça sadeleştirip spor hale getirir.

O dönemde ata sadece yan binebilen kadınlara pantolon dikerek onları modernleştirir ve atlara erkekler gibi binmesini sağlar. Hattâ bunun öncülüğünü yapar. Sadece matem tutulduğunda giyilen “siyah” renginin günlük yaşamda sıkça kullanmasında, onun tasarlamış olduğu zamansız meşhur sade ikonik siyah elbisesinin rolü yadsınamaz. Bununla kalmaz, ‘beyaz’ rengi daha yaygın hale getirir. Sıklıkla kaybettiği el çantalarına zincir ekleyerek “omuz” çantasına dönüştürür.   

Moda dünyasıne getirdiği yeniliklerin ardı arkası kesilmez; kısa saçı, kadınların dizlerinin açıkta görünmesini çirkinlik olarak adlandırdığından literatürde halen Chanel boyu diye anılan diz altı boyunu, bronz teni, meşhur döpiyesini sunar. Getirdiği akımlar burada saymakla bitmez. Bir adım ileri giderek, oldukça yenilikçi olan tasarımlarını önce kuzenine giydirip, onu şehirdeki farklı noktalara göndererek giysileri test edip normalleştirir. Bir nevi “algı operasyonu” yapar.   

1927 yılında Londra’da açtığı butikte sadece İngilizlere iş verecek kadar ileri görüşlüdür. Adeta “global düşün, yerel davran” sözünün taa o yıllardaki temsilcisidir.

Dük olan sevgilisinin golf ayakkabısından esinlenerek tasarladığı çift renkli ayakkabısıyla ‘Moda Alanında Ayrıcalıklı Neiman” ödülünü alır. 1960 yılında Time’ın 100 yılın ‘En Önemli Yüz Kişi’ listesinde adı geçen tek moda tasarımcısı olur.

“Kötü Kokan Bir Kadın, Kadın Değildir.”

Chanel’e kadar parfümler sadece tek ve ağır bir çiçek kokusundan oluşmaktaydı. O, sentetik ürünlerle doğal hayvan ve diğer bitki esanslarının karıştırılarak eklenmesine ön ayak olur. Böylelikle dünyada en çok satan parfümler listesine giren No:5 doğar. Parfümün adı bile içeriği kadar yaratıcıdır. Mistik bulduğu uğurlu sayısının verilmesini ister; 5.   

Chanel’in yaşamından bana kalan, liderlere mahsus; yaşadıkları devrin fırsatlarını koklayabilen farklı algısı ile bu eksiklikleri kapatabilme becerisi ve yenilikleri sunabilen cesareti oldu. 

“Kendin Olmaya Karar Verdiğin Her An Güzelleşirsin...”

Yukardaki cümle ile acaba sadece insanın kendisini tanımasını, beğeni ve zevkini keşfetmesini mi kastetmişti Chanel? Pek sanmıyorum.

Sahi kendimizi ne kadar tanıyoruz? Ne kadar kendimiz olabiliyoruz? Her an kendi gerçeğimizi (giyim-kuşam, eylem, söylem, duygu, ihtiyaç, davranış vbg...)ne kadar ifade edebiliyoruz?

Chanel’in bu sözü öncelikle beynime, sonra tüm hücrelerime kazınıyor. Geçenlerde çevrim içi bir eğitime katılıyorum, konu Sosyal Medya Yönetimi. Hocamız “Kaçınız Metaverse ile ilgileniyor?” diyor. Ben dahil bikaç kişi parmağını kaldırıyor. Aslında hiç konuşmaya niyetim ve hevesim yok, ilaveten bu kavram hakkında üzerinde konuşacak kadar heybemde de birikmemiş. Hoca “ee Şeyda Hanım, siz neler diyeceksiniz?” dediğinde şaşkınlık içinde kendimi “Metaverse” hakkında konuşurken buluyorum. Yapmak istediğim aslında bu değildi.

“Hocam, sadece ilgilenenler kimler dediğiniz için elimi kaldırmış bulundum. Konu hakkında şimdilik konuşmayı tercih etmiyorum” deyip kendi gerçeğimi sahiplenmek varken, hoca bir otorite figürü olduğundan ve bilinçaltımızda “otorite rica edilirse yapılır” gibi bir kodlama mı olduğundan yoksa toplumumuzda ikram edilince al dendiğinden midir nedir hararetle konuşurken buluyorum kendimi.

Ufacık zaman dilimlerinde bile “farkındalık”ı muhafaza edebilmek, her an her saniye kendin olabilmek, kendi gerçeğine sahip çıkabilmek...Zor zanaat be kardeşim J

Chanel, bundan seneler öncesinde, kadınlara pek bir söz hakkı tanınmazken bile başta moda olmak üzere yaşam stiliyle; kendine sahip çıkmayı oldukça başarmış -eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır- bir karakter. Sırf bu yüzden bile sıkı bir taktiri hak ediyor kanımca.

SON SÖZ

Zeynep Tütüncü Güngör tarafından kaleme alınan, modayı anımsatır şekilde pudra renginde tasarlanmış kapağıyla, kısa ve öz bilgilerden oluşan ”Coco Chanel-Moda Geçer Stil Kalır” adlı kitap; tam da soğuğun ısrarla yakamızı bırakmadığı günlere yakışır nitelikte. Hararetle tavsiye edilir J

Moda Geçer Stil Kalır- Coco Chanel Efsanesi

 “Bir insanı efsane yapan yarattığı efsanelerdir.” Coco Chanel

Kendisi de bir efsane olan Chanel böyle söylüyor. Borç aldığı parayla Paris’te bir butik açtığı 1910 yılından yaşamına veda ettiği 1971 yılına gelindiğinde ardında bir moda devi bırakan Chanel’i efsane yapan sahiden neydi? Gelin bu sıradışı kadının yaşamına, kendi sözleri eşliğinde beraber bakalım mı?

“Giysilerin şıklığı, sağladıkları hareket özgürlüğüyle gelir.”

Chanel’in modaya girişi 1900’lü yılların başına rastlar. 1.Dünya savaşı henüz bitmiş, erkek nüfusu hayli azalmış bir dünyada artık kadınlar iş gücüne girmeye başlamıştır. Yalnız korseler, uzun bileğe kadar gelen boyları ile kat kat giyilen etekler, kadının günlük çalışma hayatı için hiç uygun değildir. Bu kısıtlamaları tek tek ortadan kaldıran Chanel; kadınların giysilerini dönemine göre oldukça sadeleştirip spor hale getirir.

O dönemde ata sadece yan binebilen kadınlara pantolon dikerek onları modernleştirir ve atlara erkekler gibi binmesini sağlar. Hattâ bunun öncülüğünü yapar. Sadece matem tutulduğunda giyilen “siyah” renginin günlük yaşamda sıkça kullanmasında, onun tasarlamış olduğu zamansız meşhur sade ikonik siyah elbisesinin rolü yadsınamaz. Bununla kalmaz, ‘beyaz’ rengi daha yaygın hale getirir. Sıklıkla kaybettiği el çantalarına zincir ekleyerek “omuz” çantasına dönüştürür.   

Moda dünyasıne getirdiği yeniliklerin ardı arkası kesilmez; kısa saçı, kadınların dizlerinin açıkta görünmesini çirkinlik olarak adlandırdığından literatürde halen Chanel boyu diye anılan diz altı boyunu, bronz teni, meşhur döpiyesini sunar. Getirdiği akımlar burada saymakla bitmez. Bir adım ileri giderek, oldukça yenilikçi olan tasarımlarını önce kuzenine giydirip, onu şehirdeki farklı noktalara göndererek giysileri test edip normalleştirir. Bir nevi “algı operasyonu” yapar.   

1927 yılında Londra’da açtığı butikte sadece İngilizlere iş verecek kadar ileri görüşlüdür. Adeta “global düşün, yerel davran” sözünün taa o yıllardaki temsilcisidir.

Dük olan sevgilisinin golf ayakkabısından esinlenerek tasarladığı çift renkli ayakkabısıyla ‘Moda Alanında Ayrıcalıklı Neiman” ödülünü alır. 1960 yılında Time’ın 100 yılın ‘En Önemli Yüz Kişi’ listesinde adı geçen tek moda tasarımcısı olur.

“Kötü Kokan Bir Kadın, Kadın Değildir.”

Chanel’e kadar parfümler sadece tek ve ağır bir çiçek kokusundan oluşmaktaydı. O, sentetik ürünlerle doğal hayvan ve diğer bitki esanslarının karıştırılarak eklenmesine ön ayak olur. Böylelikle dünyada en çok satan parfümler listesine giren No:5 doğar. Parfümün adı bile içeriği kadar yaratıcıdır. Mistik bulduğu uğurlu sayısının verilmesini ister; 5.   

Chanel’in yaşamından bana kalan, liderlere mahsus; yaşadıkları devrin fırsatlarını koklayabilen farklı algısı ile bu eksiklikleri kapatabilme becerisi ve yenilikleri sunabilen cesareti oldu. 

“Kendin Olmaya Karar Verdiğin Her An Güzelleşirsin...”

Yukardaki cümle ile acaba sadece insanın kendisini tanımasını, beğeni ve zevkini keşfetmesini mi kastetmişti Chanel? Pek sanmıyorum.

Sahi kendimizi ne kadar tanıyoruz? Ne kadar kendimiz olabiliyoruz? Her an kendi gerçeğimizi (giyim-kuşam, eylem, söylem, duygu, ihtiyaç, davranış vbg...)ne kadar ifade edebiliyoruz?

Chanel’in bu sözü öncelikle beynime, sonra tüm hücrelerime kazınıyor. Geçenlerde çevrim içi bir eğitime katılıyorum, konu Sosyal Medya Yönetimi. Hocamız “Kaçınız Metaverse ile ilgileniyor?” diyor. Ben dahil bikaç kişi parmağını kaldırıyor. Aslında hiç konuşmaya niyetim ve hevesim yok, ilaveten bu kavram hakkında üzerinde konuşacak kadar heybemde de birikmemiş. Hoca “ee Şeyda Hanım, siz neler diyeceksiniz?” dediğinde şaşkınlık içinde kendimi “Metaverse” hakkında konuşurken buluyorum. Yapmak istediğim aslında bu değildi.

“Hocam, sadece ilgilenenler kimler dediğiniz için elimi kaldırmış bulundum. Konu hakkında şimdilik konuşmayı tercih etmiyorum” deyip kendi gerçeğimi sahiplenmek varken, hoca bir otorite figürü olduğundan ve bilinçaltımızda “otorite rica edilirse yapılır” gibi bir kodlama mı olduğundan yoksa toplumumuzda ikram edilince al dendiğinden midir nedir hararetle konuşurken buluyorum kendimi.

Ufacık zaman dilimlerinde bile “farkındalık”ı muhafaza edebilmek, her an her saniye kendin olabilmek, kendi gerçeğine sahip çıkabilmek...Zor zanaat be kardeşim J

Chanel, bundan seneler öncesinde, kadınlara pek bir söz hakkı tanınmazken bile başta moda olmak üzere yaşam stiliyle; kendine sahip çıkmayı oldukça başarmış -eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır- bir karakter. Sırf bu yüzden bile sıkı bir taktiri hak ediyor kanımca.

SON SÖZ

Zeynep Tütüncü Güngör tarafından kaleme alınan, modayı anımsatır şekilde pudra renginde tasarlanmış kapağıyla, kısa ve öz bilgilerden oluşan ”Coco Chanel-Moda Geçer Stil Kalır” adlı kitap; tam da soğuğun ısrarla yakamızı bırakmadığı günlere yakışır nitelikte. Hararetle tavsiye edilir J

22 Şubat 2022 Salı

 

Ankara’lı. ODTÜ Ekonomi mezunu. Onunla yolum YenidenBiz Derneği’nin “Mentorluk” programı kapsamında kesişiyor. Program gereği; iş değiştirme yolculuğumda bana yol arkadaşlığı yapması bekleniyor. “Mentorluk konusunda çok da tecrübe değilim,” diyecek kadar mütevazı. Bana yardım etme çabası taktire şayan. Tam bir gönül insanı.

Bankacılıkta MT olarak başladığı kariyeri bir tesadüf sonucu reklamcılığa kayıyor. Reklam ajanslarında on seneyi aşkın çalışıyor, özellikle pazarlama iletişimi konusunda pişiyor. Sonrasında özel bir müzede Pazarlama Direktörü olarak çalışıyor. Bu noktada yolu gönüllü çalışmalarla kesişiyor. Bir yandan kendine iş araraken, diğer yandan YenidenBiz Derneği’nin çalışma gruplarından, Pazarlama Birimi’nde çalışıyor. Bir çok yenilik, öneri, değişiklik getiriyor. O günleri “Kurumsal hayattaki gibi bizzat disiplinli çalıştım, ciddiye aldım, fikir veya görüş vermedim sadece”, diyerek özetliyor.

Bugün kendisi UNICEF Türkiye Milli Komitesi’nde İletişim Direktörü. Birçok insanın hayalini yaşıyor belki de, hem insanlığa hem dokunuyor, hem bundan maddi geçimini sağlıyor. Zaten ilk gönüllülük çalışması YenidenBiz’de, “Ne güzel insanlara faydam dokunuyor, bir de bundan para kazansam” demez mi. Sanırım bunu yürekten dilemiş ve Evren onun bu çağrısına iyi ki de kulak vermiş.

Birçok insan bu noktada durur değil mi? “Zaten ben bir şekilde insanlığa dokunuyorum,” diyebilir. Hayır o durmuyor ve böyle demiyor. Birçok yerde ilaveten gönüllü çalışıyor. Hayatının ana eksenlerinden biri “fayda yaratmak” ve bunu olabildiğince çok kişiyle “paylaşmak”. İlk sorum doğal da olarak buradan geliyor.

Şeyda: Hoşgeldin sevgili Gülcem. Konuya direkt girmek istiyorum . Anladığım kadarıyla günlük mesain dışında ayrıca gönüllü olarak çalışıyorsun. Nerelerde gönüllülük yapıyorsun bu aralar?

Gülcem: YenidenBiz’in adaylar için mentorluk programına devam ediyorum. KODA Derneği’ne (Köy Okulları Değişim Ağı) kaynak geliştirme iletişimi konusunda deneyimlerimi paylaşarak destek olmaya çalışıyorum. STK profesyonellerine kaynak geliştirme konusunda eğitim veren Fundraising Okulu’nda kaynak geliştirme iletişimi ve hikaye anlatıcılığı konusunda gönüllü eğitmen olarak görev alıyorum. Bunların dışında İstanbul Maratonu gibi spor etkinliklerinde farkındalık ve kaynak yaratmak üzere yardımseverlik koşusu yapmaya çalışıyorum. Bunların hepsinden öğreniyorum, fayda sağlamak iyi hissettiriyor, ama değerlendirebileceğim toplam zamanı düşünce daha fazlasını yapmam gerektiğini düşünüyorum.

Gönüllülük faaliyetleri Danimarka’da %57, ABD’de, Hollanda’da ve İsviçre’de % 53 gibi oranlarda iken Türkiye’de sadece %6,2. 

GÖNÜLLÜK AÇMAZLARI

Şeyda: Batı dünyasında gönüllü çalışmak çok yaygın, yurtdışında yaşadığım yıllarda gözlemlemiştim. Küçükken aile içinde başlıyor. Anne-baba gönüllü çalışıyor. Toplumun çoğu bir şekilde gönüllü işinde, yeri geliyor, okulda verilen cezalar bile bireyleri gönüllü işine yöneltmek üzere tasarlanmış. İş görüşmelerinde “ne kadar gönüllü işlerde çalıştıkları” önemli bir kıstas. Bu konuda neler söylemek istersin?

Gülcem: Dediğin gibi gibi gönüllü olmak özellikle gelişmiş ülkelerde hem daha yaygın hem de tanımı daha geniş. Gönüllü olmayı sadece STK’lar düzeyinde değerlendirmemek gerekir. Mahallenizde, okulunuzda yapılan bir etkinlikte çalışmak da aslında gönüllü olma kapsamına giriyor.

Bilgi Üniversitesi’nden Emre Erdoğan ve Pınar Uyan-Semerci’nin yayınladığı “Türkiye’de Gönüllülük, Deneyimler, Sınırlılıklar, Yeni açılımlar” kitabında yer alan Uluslararası Sosyal Araştırmalar Programı 2014 yılı sonuçlarına göre Türkiye’de yetişkinler arasında herhangi bir gönüllülük faaliyetinde bulunanların oranı sadece %6,2 ve araştırma kapsamındaki ülkeler arasında sondan ikinci durumda yer alıyor. Gönüllülük faaliyetleri Danimarka’da %57, ABD’de, Hollanda’da ve İsviçre’de % 53 gibi oranlarda. Bu rakamlar Türkiye’de gönüllülüğün düşük olduğunu gösteriyor.

2020 ve 2021’de COVID-19 salgını, iklim değişikliğinden kaynaklanan felaketler sosyal medyada bireylerin yardımseverlik konusunda insiyatif almasını arttırdı. Toplum, eşitsizlikleri gördükçe gönüllülüğe ve STK’lara bağış yapmaya daha fazla yöneliyor, dayanışma artıyor diye düşünüyorum. Birçok arkadaşım bağış yapmak ya da gönüllü bir iş yapmak üzere sosyal medyada kampanyalar yürütüyor. Aileler giderek artan oranda ve çocuklarının talebiyle STK’larda gönüllü çalışma olanaklarını araştırıyorlar. Şirketler sosyal sorumluluk çalışmalaırnı çalışanlarının gönüllü olarak katılabilecekleri bir yapıda şekillendirmeye daha çok önem veriyor. 2021'de özellikle gençler arasında, iklim değişikliği ile yerel düzeydeki mücadelelerden küresel gündeme dahil olmaya kadar yeni toplumsal hareket biçimleri gündemde. Hareketlerin tümü, iklim değişikliği, sosyal, politik ve ekonomik konularda küresel adalet ve eşitlik arayışında.

STK’lar yararına yapılan gönüllülüğün doğru algılanması önemli; örneğin “çocukların yararına gönüllü olmak istiyorum” diyen birinin pedagojik bir bilgisi yokken çocuklarla bir araya gelerek birlikte birşeyler yapmak gibi bir beklentisi olabiliyor. Halbuki, kendi deneyiminiz, beceri ve yetkinliklerinizi kullanarak çocuklar için fayda sağlayabilirsiniz. Örneğin benim yapmaya çalıştığım gibi, köydeki çocukların eğitimine fayda sağlayan bir derneğe dijital, pazarlama, finans gibi alanlardaki bilginizle fayda sağlayabilirsiniz.

“Gönüllülük” ülkemizde henüz dediğin gibi çocukluktan itibaren aileden gelen, doğal olarak gelişen düzeyde değil. Ama geçtiğimiz birkaç senede bir aşama kaydettiğimizi düşünüyorum. Araştırmalar eğitim düzeyi yükseldikçe gönüllülük oranının arttığını gösteriyor. Eğitim düzeyi yüksek ebeveynlerin çocukları gönüllülükle ilgili fikir sahibi oldukça ülkemizde gönüllülüğün artacağını söyleyebiliriz.


 
Şeyda: Gönüllülüğün ülkemizde gelişememe nedenlerinden biri olarak “gönüllüğü layıkıyla yönetememek” olduğunu konuşmuştuk. “Gönüllüğü yönetmek” kavramı tam olarak ne? Bu konuda paylaşabileceğin iyi örnekler neler?

Gülcem: Konunun uzmanı değilim, bu konuda araştırma yapanlar, makale ya da tez yazanlar var. Kendi deneyimlerimden yola çıkarak cevap vereyim. Gönüllü bir katkının faydalı olabilmesi için belli amaçlara ve hedeflere hizmet etmesi gerekir. Yani gönüllüleri yönetecek, yapılan işin hedeflerine somut katkısı olmasını sağlayacak düzenleyici bir otorite olması gerekiyor. Örnek vermek gerekirse, Adım Adım 2008’de kurulup faydalı bir şeyler yapmak isteyenleri bir çatı altında toplayana kadar Türkiye’de yardımseverlik koşusu yapmak diye bir kavram yoktu. 2021 itibarıyla Adım Adım gönüllüsü 104 bin koşucu STK’lar için 100 milyon TL’den fazla bağış toplamış durumda. Üstelik Adım Adım’ın kendisi de tamamen gönüllülerden oluşuyor. Adım Adım yapısında yer alan gönüllüler etik olma amacıyla kurulan teknolojik araçların yardımıyla yardımseverlik koşusu yapmak isteyen diğer gönüllüleri yönlendiriyor, motive ediyor. Eğer Adım Adım kurulmasaydı, yardımseverlik koşusu yapmak isteyenlerin kişisel çabası sorgulanır, bu kadar büyük bir etki yaratamazdı. Yani bir gönüllü grubunu çalıştıkları konuyla ilgili bilgilendirecek, çalışmalarını yönetecek, hedeflere göre yönlendirecek, sonuçların takibini ve raporlanmasını sağlayacak düzenleyici bir otorite olması somut etkiye ulaşmayı sağlıyor.

Yani gönüllü bir grupla çalışacaksak, gönüllüleri çalışacakları konuda iyi bir bilgilendirme sürecinden geçirmemiz, grubun hedeflerini, takvimini, iş planını oluşturmamız, sorularına ve gündelik ihtiyaçlarına cevap verebilmemiz, takip ve raporlama yapmamız ve iletişimi canlı tutmamız gerekiyor. Bunu layığıyla yapmak da insan kaynağı ve zaman gerektiriyor.

Ne yazık ki birçok STK yaratacağı faydaya rağmen insan kaynağı ve zaman kısıtı nedeniyle gönüllüleri kabul edemiyor. Pandeminin etkisiyle kişilerin veya arkadaş gruplarının artan oranda gönüllülük yapma arayışında olduğundan bahsetmiştim. Biz STK’ların, gönüllü olmanın yollarını arayan bu grupların desteğini almanın verimli yollarını bulmamız gerekiyor. Buna kaynaktan yararlanmak üzere yeniden şekillenmemiz gerektiği gibi bu konuda STK’ları destekleyen sosyal girişimlerden daha fazla faydalanabiliriz. Adım Adım’dan bahsettim. Örneğin AbilityPool diye bir platform var; kurumlardaki gönüllü potansiyelinin ilgi alanına, yetenek ve yetkinliğine uygun projeleri keşfetmesini sağlıyor, takip ediyor ve raporluyor. STK’ları destekleyen bu tür sosyal girişimlerin artması daha fazla fayda yaratmaya destek oluyor.

Türkiye’de bireylerin yardım ve bağış yaptığı ancak bu bağışları STK’lara yapmayı tercih etmedikleri görülüyor.

GÖNÜLLÜLÜK VE BAĞIŞ

Şeyda: Ülkemizde “gönüllüğün” çok gelişememe nedenlerinden biri kaynak yetersizliği. Kaynak sadece “bağış” mı demek? Sivil toplum örgütleri nasıl kaynak yaratabilir, nerelerde karnesi “iyi”, nerelerde “zayıf”? “Kaynak Geliştirme”, Kaynak Geliştirme İletişimi” senin uzmanlık alanın. Bu konuda yıllarca çalışmış biri olarak neler söylemek istersin?

Gülcem: Kaynak sadece bağış değil, aynı bireylerin gönüllü destek vermesinin bir değeri olduğu gibi özel sektör şirketleri de kendi varlıklarıyla, hizmet ve ürünleriyle STK’ları destekleyebilir.

Kaynak geliştirme iletişimi deyince aslında iletişimle aynı kurallar geçerli. Nasıl bir markanın büyümesi için hedef kitleleri nezdinde farkındalık ve bilinirlik yaratması, kendini onlara daha iyi anlatması, güven duygusu ve bağlılık yaratarak marka itibarını satışa döndürmesi söz konusuysa, STK’ların da farkındalık yaratma, bilinirliğini yükseltme, hedef kitleye uygun kaynak geliştirme “ürünlerini” geliştirme, hedef kitlenin duygularına dokunurken iletişimde yaratıcı olarak öne çıkma yolunu izlemesi gerekiyor. Markalar için de önemli, ama STK’lar için bağışçıların güvenini sağlamak çok kritik. Güven ve bağlılık yaratmak, ve bağışa teşvik etmek üzere şeffaflık, verimlilik ve etkinlik odaklı bir kaynak geliştirme iletişimi gerekiyor. Gün geçtikçe farklı alanlarda artan ihtiyaçları karşılamak insani yardım ve sivil toplum kuruluşlarının daha etkili ve verimli çalışmasını gerektiriyor. Tüm alanlarda profesyonel uzmanlıklara ihtiyaç büyüyor. İnsani yardım ve sivil toplum dünyası, diğer sektörler gibi rakamlarla konuşuyor, performans odaklı çalışıyor. Kaynak geliştirme iletişimi de evriliyor, teknolojinin etkisiyle de sürekli dönüşüyor.

Şeyda: Bireysel düzlemde de, bu kavramın yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. Maddi yardım yapan “gönüllü” oldum sanabiliyor. “Bağışçı” ve “gönüllü” arasındaki farklar neler? Türkiye’de bu iki kavram, ne durumda?

Gülcem: Sivil toplum kuruluşlarına bağış yapan kişilerin gönüllü değil “bağışçı” olarak kabul edilmesi gerekiyor. Emek ve zamanını vererek sivil toplum kuruluşlarını destekleyen kişiler ise gönüllü olarak tanımlanabilir. Bağışlar sivil toplum kuruluşlarının daha büyük fayda yaratması için çok kıymetli. Can damarı diyebiliriz; zaten bu nedenle kaynak geliştirme odaklı çalışmak, mecburen, gönüllü odaklı şekillenmekten daha öncelikli oluyor. TÜSEV’in 2016’da yayınladığı Türkiye’de Bireysel Bağışçılık ve Hayırseverlik Araştırması’na göre Türkiye’de bireylerin yardım ve bağış yaptığı ancak bu bağışları STK’lara yapmayı tercih etmedikleri görülüyor. Hatta bağış rakamları oransal olarak Avrupa ülkeleri ve ABD’nin çok da gerisinde kalmamasına rağmen, Türkiye’de bireylerin yardım ve bağışlarını bir STK aracılığıyla yapmamaları önemli bir veriydi.

114 ülkeye ilişkin değerlendirmelerin bulunduğu Dünya Bağışçılık Endeksi 2021 raporuna göre, Türkiye, tanımadığı bir kimseye yardım etmede %59 oranla 48. sırada, sivil toplum kuruluşlarına yapılan bağışlarda %25 oranla 75.sırada ve gönüllülük için harcanan zamanda %10 ile 99. sırada yer alıyor. (TÜSEV)

Gönüllülük, hayatımızdaki iyi şeyleri, iyi olduğumuz konuları, becerilerimizi kendimize hatırlatmaya yardım ediyor.

SON SÖZ

Şeyda: Gönüllü olarak çalışmak sana neler kazandırdı? “Gönüllü” olarak çalışmak, bir insana genel olarak neler kazandırır?

Gülcem: Toplumsal faydaya katkıda bulunmak insana çok iyi geliyor. Ayrıca tabi ki bu tek taraflı bir ilişki değil, gönüllü olarak her deneyimden yeni şeyler öğrendiğimi, kendimi daha iyi tanıdığımı biliyorum.

Salgın bize ne kadar belirsiz bir dünyada yaşadığımızı gösterdi. Hayatımızı alt üst eden ve zevk aldığımız birçok şeyden bizi mahrum bırakan bu belirsiz zamanlarda, hayatımızdaki olumlu şeyleri gözden kaçırmak ve aslında çok şanslı olduğumuzu unutmak kolay. Araştırmalar, minnettarlık duygusunun mutluluğun temel itici gücü olduğunu gösteriyor. Gönüllülük, hayatımızdaki iyi şeyleri, iyi olduğumuz konuları, becerilerimizi kendimize hatırlatmaya yardım ediyor.

Şeyda: En son olarak, bir insan “gönüllü” olmak istiyor ve nereden başlayacağını bilemiyor. Nereden başlayabilir, neler yapabilir?

Gülcem: En pratik ve zevkli gönüllük deneyiminden bahsedeyim, ilk gönüllülük deneyimimde paralel olarak ilk yaptığım şeylerden biriydi ve çok iyi hissettirdi: Adım Adım gönüllüsü olarak yardımseverlik koşusu yapmak. En pratik diyorum, çünkü yardımseverlik koşusu yapmanın gerektirdiği bütün süreci, yapmanız gereken herşeyi Adım Adım size sunuyor. Şehrinizdeki bir koşuya katılarak, yürüyerek bile gönül verdiğiniz konuda farkındalık ve kaynak yaratmanız mümkün. Sizin sadece verilen yönlendirmelere güvenmeniz ve denenip başarıya ulaşmış yolu izlemeniz yeterli oluyor. İlk yardımseverlik koşumda arkadaşlarıma çekinerek bağış isteyen e-postamı gönderdikten sonra gelen bağışlar göğsümü kabartmıştı, fayda sağladığım için beni çok mutlu etmişti. Sonrasında da yardımseverlik koşusu yapmaya devam ettim. Gönüllü olmak isteyenler sonraki aşamada gönüllülerle çalışan STK’ları araştırıp kendi beceri ve yetkinlikleriyle katkıda bulunmanın yollarını bulabilirler.

Şeyda: Teşekkürler Gülcem...

Gönüllüğe Gönül Verenler- Gülcem Bayer Söyleşisi

 

Ankara’lı. ODTÜ Ekonomi mezunu. Onunla yolum YenidenBiz Derneği’nin “Mentorluk” programı kapsamında kesişiyor. Program gereği; iş değiştirme yolculuğumda bana yol arkadaşlığı yapması bekleniyor. “Mentorluk konusunda çok da tecrübe değilim,” diyecek kadar mütevazı. Bana yardım etme çabası taktire şayan. Tam bir gönül insanı.

Bankacılıkta MT olarak başladığı kariyeri bir tesadüf sonucu reklamcılığa kayıyor. Reklam ajanslarında on seneyi aşkın çalışıyor, özellikle pazarlama iletişimi konusunda pişiyor. Sonrasında özel bir müzede Pazarlama Direktörü olarak çalışıyor. Bu noktada yolu gönüllü çalışmalarla kesişiyor. Bir yandan kendine iş araraken, diğer yandan YenidenBiz Derneği’nin çalışma gruplarından, Pazarlama Birimi’nde çalışıyor. Bir çok yenilik, öneri, değişiklik getiriyor. O günleri “Kurumsal hayattaki gibi bizzat disiplinli çalıştım, ciddiye aldım, fikir veya görüş vermedim sadece”, diyerek özetliyor.

Bugün kendisi UNICEF Türkiye Milli Komitesi’nde İletişim Direktörü. Birçok insanın hayalini yaşıyor belki de, hem insanlığa hem dokunuyor, hem bundan maddi geçimini sağlıyor. Zaten ilk gönüllülük çalışması YenidenBiz’de, “Ne güzel insanlara faydam dokunuyor, bir de bundan para kazansam” demez mi. Sanırım bunu yürekten dilemiş ve Evren onun bu çağrısına iyi ki de kulak vermiş.

Birçok insan bu noktada durur değil mi? “Zaten ben bir şekilde insanlığa dokunuyorum,” diyebilir. Hayır o durmuyor ve böyle demiyor. Birçok yerde ilaveten gönüllü çalışıyor. Hayatının ana eksenlerinden biri “fayda yaratmak” ve bunu olabildiğince çok kişiyle “paylaşmak”. İlk sorum doğal da olarak buradan geliyor.

Şeyda: Hoşgeldin sevgili Gülcem. Konuya direkt girmek istiyorum . Anladığım kadarıyla günlük mesain dışında ayrıca gönüllü olarak çalışıyorsun. Nerelerde gönüllülük yapıyorsun bu aralar?

Gülcem: YenidenBiz’in adaylar için mentorluk programına devam ediyorum. KODA Derneği’ne (Köy Okulları Değişim Ağı) kaynak geliştirme iletişimi konusunda deneyimlerimi paylaşarak destek olmaya çalışıyorum. STK profesyonellerine kaynak geliştirme konusunda eğitim veren Fundraising Okulu’nda kaynak geliştirme iletişimi ve hikaye anlatıcılığı konusunda gönüllü eğitmen olarak görev alıyorum. Bunların dışında İstanbul Maratonu gibi spor etkinliklerinde farkındalık ve kaynak yaratmak üzere yardımseverlik koşusu yapmaya çalışıyorum. Bunların hepsinden öğreniyorum, fayda sağlamak iyi hissettiriyor, ama değerlendirebileceğim toplam zamanı düşünce daha fazlasını yapmam gerektiğini düşünüyorum.

Gönüllülük faaliyetleri Danimarka’da %57, ABD’de, Hollanda’da ve İsviçre’de % 53 gibi oranlarda iken Türkiye’de sadece %6,2. 

GÖNÜLLÜK AÇMAZLARI

Şeyda: Batı dünyasında gönüllü çalışmak çok yaygın, yurtdışında yaşadığım yıllarda gözlemlemiştim. Küçükken aile içinde başlıyor. Anne-baba gönüllü çalışıyor. Toplumun çoğu bir şekilde gönüllü işinde, yeri geliyor, okulda verilen cezalar bile bireyleri gönüllü işine yöneltmek üzere tasarlanmış. İş görüşmelerinde “ne kadar gönüllü işlerde çalıştıkları” önemli bir kıstas. Bu konuda neler söylemek istersin?

Gülcem: Dediğin gibi gibi gönüllü olmak özellikle gelişmiş ülkelerde hem daha yaygın hem de tanımı daha geniş. Gönüllü olmayı sadece STK’lar düzeyinde değerlendirmemek gerekir. Mahallenizde, okulunuzda yapılan bir etkinlikte çalışmak da aslında gönüllü olma kapsamına giriyor.

Bilgi Üniversitesi’nden Emre Erdoğan ve Pınar Uyan-Semerci’nin yayınladığı “Türkiye’de Gönüllülük, Deneyimler, Sınırlılıklar, Yeni açılımlar” kitabında yer alan Uluslararası Sosyal Araştırmalar Programı 2014 yılı sonuçlarına göre Türkiye’de yetişkinler arasında herhangi bir gönüllülük faaliyetinde bulunanların oranı sadece %6,2 ve araştırma kapsamındaki ülkeler arasında sondan ikinci durumda yer alıyor. Gönüllülük faaliyetleri Danimarka’da %57, ABD’de, Hollanda’da ve İsviçre’de % 53 gibi oranlarda. Bu rakamlar Türkiye’de gönüllülüğün düşük olduğunu gösteriyor.

2020 ve 2021’de COVID-19 salgını, iklim değişikliğinden kaynaklanan felaketler sosyal medyada bireylerin yardımseverlik konusunda insiyatif almasını arttırdı. Toplum, eşitsizlikleri gördükçe gönüllülüğe ve STK’lara bağış yapmaya daha fazla yöneliyor, dayanışma artıyor diye düşünüyorum. Birçok arkadaşım bağış yapmak ya da gönüllü bir iş yapmak üzere sosyal medyada kampanyalar yürütüyor. Aileler giderek artan oranda ve çocuklarının talebiyle STK’larda gönüllü çalışma olanaklarını araştırıyorlar. Şirketler sosyal sorumluluk çalışmalaırnı çalışanlarının gönüllü olarak katılabilecekleri bir yapıda şekillendirmeye daha çok önem veriyor. 2021'de özellikle gençler arasında, iklim değişikliği ile yerel düzeydeki mücadelelerden küresel gündeme dahil olmaya kadar yeni toplumsal hareket biçimleri gündemde. Hareketlerin tümü, iklim değişikliği, sosyal, politik ve ekonomik konularda küresel adalet ve eşitlik arayışında.

STK’lar yararına yapılan gönüllülüğün doğru algılanması önemli; örneğin “çocukların yararına gönüllü olmak istiyorum” diyen birinin pedagojik bir bilgisi yokken çocuklarla bir araya gelerek birlikte birşeyler yapmak gibi bir beklentisi olabiliyor. Halbuki, kendi deneyiminiz, beceri ve yetkinliklerinizi kullanarak çocuklar için fayda sağlayabilirsiniz. Örneğin benim yapmaya çalıştığım gibi, köydeki çocukların eğitimine fayda sağlayan bir derneğe dijital, pazarlama, finans gibi alanlardaki bilginizle fayda sağlayabilirsiniz.

“Gönüllülük” ülkemizde henüz dediğin gibi çocukluktan itibaren aileden gelen, doğal olarak gelişen düzeyde değil. Ama geçtiğimiz birkaç senede bir aşama kaydettiğimizi düşünüyorum. Araştırmalar eğitim düzeyi yükseldikçe gönüllülük oranının arttığını gösteriyor. Eğitim düzeyi yüksek ebeveynlerin çocukları gönüllülükle ilgili fikir sahibi oldukça ülkemizde gönüllülüğün artacağını söyleyebiliriz.


 
Şeyda: Gönüllülüğün ülkemizde gelişememe nedenlerinden biri olarak “gönüllüğü layıkıyla yönetememek” olduğunu konuşmuştuk. “Gönüllüğü yönetmek” kavramı tam olarak ne? Bu konuda paylaşabileceğin iyi örnekler neler?

Gülcem: Konunun uzmanı değilim, bu konuda araştırma yapanlar, makale ya da tez yazanlar var. Kendi deneyimlerimden yola çıkarak cevap vereyim. Gönüllü bir katkının faydalı olabilmesi için belli amaçlara ve hedeflere hizmet etmesi gerekir. Yani gönüllüleri yönetecek, yapılan işin hedeflerine somut katkısı olmasını sağlayacak düzenleyici bir otorite olması gerekiyor. Örnek vermek gerekirse, Adım Adım 2008’de kurulup faydalı bir şeyler yapmak isteyenleri bir çatı altında toplayana kadar Türkiye’de yardımseverlik koşusu yapmak diye bir kavram yoktu. 2021 itibarıyla Adım Adım gönüllüsü 104 bin koşucu STK’lar için 100 milyon TL’den fazla bağış toplamış durumda. Üstelik Adım Adım’ın kendisi de tamamen gönüllülerden oluşuyor. Adım Adım yapısında yer alan gönüllüler etik olma amacıyla kurulan teknolojik araçların yardımıyla yardımseverlik koşusu yapmak isteyen diğer gönüllüleri yönlendiriyor, motive ediyor. Eğer Adım Adım kurulmasaydı, yardımseverlik koşusu yapmak isteyenlerin kişisel çabası sorgulanır, bu kadar büyük bir etki yaratamazdı. Yani bir gönüllü grubunu çalıştıkları konuyla ilgili bilgilendirecek, çalışmalarını yönetecek, hedeflere göre yönlendirecek, sonuçların takibini ve raporlanmasını sağlayacak düzenleyici bir otorite olması somut etkiye ulaşmayı sağlıyor.

Yani gönüllü bir grupla çalışacaksak, gönüllüleri çalışacakları konuda iyi bir bilgilendirme sürecinden geçirmemiz, grubun hedeflerini, takvimini, iş planını oluşturmamız, sorularına ve gündelik ihtiyaçlarına cevap verebilmemiz, takip ve raporlama yapmamız ve iletişimi canlı tutmamız gerekiyor. Bunu layığıyla yapmak da insan kaynağı ve zaman gerektiriyor.

Ne yazık ki birçok STK yaratacağı faydaya rağmen insan kaynağı ve zaman kısıtı nedeniyle gönüllüleri kabul edemiyor. Pandeminin etkisiyle kişilerin veya arkadaş gruplarının artan oranda gönüllülük yapma arayışında olduğundan bahsetmiştim. Biz STK’ların, gönüllü olmanın yollarını arayan bu grupların desteğini almanın verimli yollarını bulmamız gerekiyor. Buna kaynaktan yararlanmak üzere yeniden şekillenmemiz gerektiği gibi bu konuda STK’ları destekleyen sosyal girişimlerden daha fazla faydalanabiliriz. Adım Adım’dan bahsettim. Örneğin AbilityPool diye bir platform var; kurumlardaki gönüllü potansiyelinin ilgi alanına, yetenek ve yetkinliğine uygun projeleri keşfetmesini sağlıyor, takip ediyor ve raporluyor. STK’ları destekleyen bu tür sosyal girişimlerin artması daha fazla fayda yaratmaya destek oluyor.

Türkiye’de bireylerin yardım ve bağış yaptığı ancak bu bağışları STK’lara yapmayı tercih etmedikleri görülüyor.

GÖNÜLLÜLÜK VE BAĞIŞ

Şeyda: Ülkemizde “gönüllüğün” çok gelişememe nedenlerinden biri kaynak yetersizliği. Kaynak sadece “bağış” mı demek? Sivil toplum örgütleri nasıl kaynak yaratabilir, nerelerde karnesi “iyi”, nerelerde “zayıf”? “Kaynak Geliştirme”, Kaynak Geliştirme İletişimi” senin uzmanlık alanın. Bu konuda yıllarca çalışmış biri olarak neler söylemek istersin?

Gülcem: Kaynak sadece bağış değil, aynı bireylerin gönüllü destek vermesinin bir değeri olduğu gibi özel sektör şirketleri de kendi varlıklarıyla, hizmet ve ürünleriyle STK’ları destekleyebilir.

Kaynak geliştirme iletişimi deyince aslında iletişimle aynı kurallar geçerli. Nasıl bir markanın büyümesi için hedef kitleleri nezdinde farkındalık ve bilinirlik yaratması, kendini onlara daha iyi anlatması, güven duygusu ve bağlılık yaratarak marka itibarını satışa döndürmesi söz konusuysa, STK’ların da farkındalık yaratma, bilinirliğini yükseltme, hedef kitleye uygun kaynak geliştirme “ürünlerini” geliştirme, hedef kitlenin duygularına dokunurken iletişimde yaratıcı olarak öne çıkma yolunu izlemesi gerekiyor. Markalar için de önemli, ama STK’lar için bağışçıların güvenini sağlamak çok kritik. Güven ve bağlılık yaratmak, ve bağışa teşvik etmek üzere şeffaflık, verimlilik ve etkinlik odaklı bir kaynak geliştirme iletişimi gerekiyor. Gün geçtikçe farklı alanlarda artan ihtiyaçları karşılamak insani yardım ve sivil toplum kuruluşlarının daha etkili ve verimli çalışmasını gerektiriyor. Tüm alanlarda profesyonel uzmanlıklara ihtiyaç büyüyor. İnsani yardım ve sivil toplum dünyası, diğer sektörler gibi rakamlarla konuşuyor, performans odaklı çalışıyor. Kaynak geliştirme iletişimi de evriliyor, teknolojinin etkisiyle de sürekli dönüşüyor.

Şeyda: Bireysel düzlemde de, bu kavramın yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. Maddi yardım yapan “gönüllü” oldum sanabiliyor. “Bağışçı” ve “gönüllü” arasındaki farklar neler? Türkiye’de bu iki kavram, ne durumda?

Gülcem: Sivil toplum kuruluşlarına bağış yapan kişilerin gönüllü değil “bağışçı” olarak kabul edilmesi gerekiyor. Emek ve zamanını vererek sivil toplum kuruluşlarını destekleyen kişiler ise gönüllü olarak tanımlanabilir. Bağışlar sivil toplum kuruluşlarının daha büyük fayda yaratması için çok kıymetli. Can damarı diyebiliriz; zaten bu nedenle kaynak geliştirme odaklı çalışmak, mecburen, gönüllü odaklı şekillenmekten daha öncelikli oluyor. TÜSEV’in 2016’da yayınladığı Türkiye’de Bireysel Bağışçılık ve Hayırseverlik Araştırması’na göre Türkiye’de bireylerin yardım ve bağış yaptığı ancak bu bağışları STK’lara yapmayı tercih etmedikleri görülüyor. Hatta bağış rakamları oransal olarak Avrupa ülkeleri ve ABD’nin çok da gerisinde kalmamasına rağmen, Türkiye’de bireylerin yardım ve bağışlarını bir STK aracılığıyla yapmamaları önemli bir veriydi.

114 ülkeye ilişkin değerlendirmelerin bulunduğu Dünya Bağışçılık Endeksi 2021 raporuna göre, Türkiye, tanımadığı bir kimseye yardım etmede %59 oranla 48. sırada, sivil toplum kuruluşlarına yapılan bağışlarda %25 oranla 75.sırada ve gönüllülük için harcanan zamanda %10 ile 99. sırada yer alıyor. (TÜSEV)

Gönüllülük, hayatımızdaki iyi şeyleri, iyi olduğumuz konuları, becerilerimizi kendimize hatırlatmaya yardım ediyor.

SON SÖZ

Şeyda: Gönüllü olarak çalışmak sana neler kazandırdı? “Gönüllü” olarak çalışmak, bir insana genel olarak neler kazandırır?

Gülcem: Toplumsal faydaya katkıda bulunmak insana çok iyi geliyor. Ayrıca tabi ki bu tek taraflı bir ilişki değil, gönüllü olarak her deneyimden yeni şeyler öğrendiğimi, kendimi daha iyi tanıdığımı biliyorum.

Salgın bize ne kadar belirsiz bir dünyada yaşadığımızı gösterdi. Hayatımızı alt üst eden ve zevk aldığımız birçok şeyden bizi mahrum bırakan bu belirsiz zamanlarda, hayatımızdaki olumlu şeyleri gözden kaçırmak ve aslında çok şanslı olduğumuzu unutmak kolay. Araştırmalar, minnettarlık duygusunun mutluluğun temel itici gücü olduğunu gösteriyor. Gönüllülük, hayatımızdaki iyi şeyleri, iyi olduğumuz konuları, becerilerimizi kendimize hatırlatmaya yardım ediyor.

Şeyda: En son olarak, bir insan “gönüllü” olmak istiyor ve nereden başlayacağını bilemiyor. Nereden başlayabilir, neler yapabilir?

Gülcem: En pratik ve zevkli gönüllük deneyiminden bahsedeyim, ilk gönüllülük deneyimimde paralel olarak ilk yaptığım şeylerden biriydi ve çok iyi hissettirdi: Adım Adım gönüllüsü olarak yardımseverlik koşusu yapmak. En pratik diyorum, çünkü yardımseverlik koşusu yapmanın gerektirdiği bütün süreci, yapmanız gereken herşeyi Adım Adım size sunuyor. Şehrinizdeki bir koşuya katılarak, yürüyerek bile gönül verdiğiniz konuda farkındalık ve kaynak yaratmanız mümkün. Sizin sadece verilen yönlendirmelere güvenmeniz ve denenip başarıya ulaşmış yolu izlemeniz yeterli oluyor. İlk yardımseverlik koşumda arkadaşlarıma çekinerek bağış isteyen e-postamı gönderdikten sonra gelen bağışlar göğsümü kabartmıştı, fayda sağladığım için beni çok mutlu etmişti. Sonrasında da yardımseverlik koşusu yapmaya devam ettim. Gönüllü olmak isteyenler sonraki aşamada gönüllülerle çalışan STK’ları araştırıp kendi beceri ve yetkinlikleriyle katkıda bulunmanın yollarını bulabilirler.

Şeyda: Teşekkürler Gülcem...

22 Ocak 2022 Cumartesi

Hediye olarak kitap almayı sever misiniz? Dürüstçe söyleyin.

Okuyanımız var, okumayanımız var. İyi okur olanımız var, iyi olmayanımız var. Kitabın insanın hayatında aldığı yere göre değişir bu cevap eminim.

Bendenize gelince; küçüklüğümden beri severim kitap okumayı. 2006 yılından bu yana daha bir düzenli okuyorum. Baktım hayat hızla akıp gidiyor, okumak gibi severek yaptığım aktivitelere zaman kalmıyor, o zaman naçizane bir karar aldım. Kitap için ajandamda yer açmak yerine; önce kitap saati yapıyorum, kalan zamanı diğer yapılacaklar arasında pay ediyorum. Bence işe yarıyor.

Bu soruyu size sorduğum gibi elbette kendime de sordum. Kitap en iyi hediye mi? Yerine göre evet. Ne kadar kitapları severek okusam da ne kadar benim dostlarım olsa da üzülerek yerine göre “evet” diyorum. Neden mi? Anlatacağım.

Bir zamanlar kitap okumayı çok seviyorum demiş olmalıyım. Baktım beni yakından tanıyan tanımayan herkes elinde bir kitapla geliyor. Dedim bir yerlerde yanlış bir şey var, başladım düşünmeye. Yanlış anlaşılmasın, kitaplar halen baş tacım. Bu soruyu önce kendime sordum, burda beni rahatsız eden neydi? Sanırım en başta gösterilmeyen özen. Bir hediyeyi iyi yapan, anlamlı kalan fiyatı, fonksiyonelliği, kategorisi (giysi-kitap-süs eşyası vbg.) falan değil; en önemli şey ardındaki özen.

Bir başkasına kitap alırken nasıl özen gösterebiliriz? Kitap alacağınız kişinin beğenisini, tarzını, takip ettiği yazarı, konuları vbg. bilmek sanırım ilk kural. İlaveten emin değilsek karşıdaki kişinin ilgi duyduğu konulardan, içine "değişim kartı" koydurabiliriz. Bazen kitap hediye ediyorlar, "Sen okudun beğendin mi? diyorum getirene, okumamış bile. Üstelik konusundan bile haberi yok. Hediye edeceğine bağışlayabilirdi bu kitapları. Kitap bekleyen onca okul, kütüphane varken...

Hiç mi sürpriz olmayacak hayatta dediğinizi duyar gibiyim. Başkası eliyle farklı bir yazarı, tarzı çıkarmayacak mı yaşam karşımıza? Elbette olacak, lâkin bilirsiniz ve derinden hissedersiniz işin renginden, enerjisinden, tarzından bir hediyenin alınmış olmak için alındığını.


Misâl siz herkesle dost olur musunuz? Her restorana gider misiniz? Elbette hayır, kitap sever niye her kitaba hazır ve razı olsun bu durumda?

Çok zor bulunan kıymetli bir baskıdır, alır hediye edersiniz.
Ortak olduğunuz hikâyesi vardır, alır hediye edersiniz.
Karşıdakine bir şey anlatmak istiyorsunuzdur, o kitaptan daha iyisi can sağlığıdır,alır hediye edersiniz.
O kitap size çok şey katmıştır, alır hediye edersiniz.
Bir baş yapıttır, alır hediye edersiniz.
Ezcümle o kitap sayesinde bir şey paylaşmak istiyorsunuzdur; bir mesaj, bir değer, bir bilgi, bir anı, ne bileyim herhangi bir şey...

Bence hiçbir şey almak için alınmamalı. Hele ki kitaplar...
Ve her hediye özeni ve önemi hak ediyor. Hele ki kitaplar...

Başınızı kaldırmadan, yeme ihtiyacını bile unutturacak keyifte okumalar diliyorum...



Size Bir Kitap Hediye Etsem...

Hediye olarak kitap almayı sever misiniz? Dürüstçe söyleyin.

Okuyanımız var, okumayanımız var. İyi okur olanımız var, iyi olmayanımız var. Kitabın insanın hayatında aldığı yere göre değişir bu cevap eminim.

Bendenize gelince; küçüklüğümden beri severim kitap okumayı. 2006 yılından bu yana daha bir düzenli okuyorum. Baktım hayat hızla akıp gidiyor, okumak gibi severek yaptığım aktivitelere zaman kalmıyor, o zaman naçizane bir karar aldım. Kitap için ajandamda yer açmak yerine; önce kitap saati yapıyorum, kalan zamanı diğer yapılacaklar arasında pay ediyorum. Bence işe yarıyor.

Bu soruyu size sorduğum gibi elbette kendime de sordum. Kitap en iyi hediye mi? Yerine göre evet. Ne kadar kitapları severek okusam da ne kadar benim dostlarım olsa da üzülerek yerine göre “evet” diyorum. Neden mi? Anlatacağım.

Bir zamanlar kitap okumayı çok seviyorum demiş olmalıyım. Baktım beni yakından tanıyan tanımayan herkes elinde bir kitapla geliyor. Dedim bir yerlerde yanlış bir şey var, başladım düşünmeye. Yanlış anlaşılmasın, kitaplar halen baş tacım. Bu soruyu önce kendime sordum, burda beni rahatsız eden neydi? Sanırım en başta gösterilmeyen özen. Bir hediyeyi iyi yapan, anlamlı kalan fiyatı, fonksiyonelliği, kategorisi (giysi-kitap-süs eşyası vbg.) falan değil; en önemli şey ardındaki özen.

Bir başkasına kitap alırken nasıl özen gösterebiliriz? Kitap alacağınız kişinin beğenisini, tarzını, takip ettiği yazarı, konuları vbg. bilmek sanırım ilk kural. İlaveten emin değilsek karşıdaki kişinin ilgi duyduğu konulardan, içine "değişim kartı" koydurabiliriz. Bazen kitap hediye ediyorlar, "Sen okudun beğendin mi? diyorum getirene, okumamış bile. Üstelik konusundan bile haberi yok. Hediye edeceğine bağışlayabilirdi bu kitapları. Kitap bekleyen onca okul, kütüphane varken...

Hiç mi sürpriz olmayacak hayatta dediğinizi duyar gibiyim. Başkası eliyle farklı bir yazarı, tarzı çıkarmayacak mı yaşam karşımıza? Elbette olacak, lâkin bilirsiniz ve derinden hissedersiniz işin renginden, enerjisinden, tarzından bir hediyenin alınmış olmak için alındığını.


Misâl siz herkesle dost olur musunuz? Her restorana gider misiniz? Elbette hayır, kitap sever niye her kitaba hazır ve razı olsun bu durumda?

Çok zor bulunan kıymetli bir baskıdır, alır hediye edersiniz.
Ortak olduğunuz hikâyesi vardır, alır hediye edersiniz.
Karşıdakine bir şey anlatmak istiyorsunuzdur, o kitaptan daha iyisi can sağlığıdır,alır hediye edersiniz.
O kitap size çok şey katmıştır, alır hediye edersiniz.
Bir baş yapıttır, alır hediye edersiniz.
Ezcümle o kitap sayesinde bir şey paylaşmak istiyorsunuzdur; bir mesaj, bir değer, bir bilgi, bir anı, ne bileyim herhangi bir şey...

Bence hiçbir şey almak için alınmamalı. Hele ki kitaplar...
Ve her hediye özeni ve önemi hak ediyor. Hele ki kitaplar...

Başınızı kaldırmadan, yeme ihtiyacını bile unutturacak keyifte okumalar diliyorum...



1 Ocak 2022 Cumartesi

Hint Tanrısı Şiva ile Tanrıçası Parvati’nin 2 oğlu varmış. 


Bu iki evlat anne ve babasının ilgi ve sevgisini çekmek için kıyasıya yaraşırlarmış.

“Hangimizi daha çok seviyorsunuz?”

“Beni mi daha çok seviyorsun yoksa kardeşimi mi?”

Gel zaman git zaman anne ve baba bitmeyen, azalmayan kıyasıya bu rekabetten hayli sıkılmışlar. Sabırları dolmak üzereyken her iki oğlanı da huzurlarına çağırmışlar. Bunu duyan ahali yerinde durur mu? Hemen kabul salonunda yerlerini almışlar, pür dikkat olanları izlemeye koyulmuşlar.

Şiva her iki oğlunu da karşısına alarak;

“Artık yeter, büyüdünüz. Bu sorununuzu kalıcı olarak çözmenin vakti geldi de geçiyor bile.”

Oğlanların gözleri merak ve hayretle büyümüş. Şiva ciddiyetle devam etmiş;

“Kim ki Dünyanın etrafını üç kez dolaşıp buraya ilk döner, O en sevdiğimiz oğlumuz olacak.”

Bunu duyan ilk oğlan- kazanacağından oldukça emin- miskin kardeşine bir göz atmış. Ve hızla yola koyulmuş, çevik bir hareketle fırlayıp gözlerden kaybolmuş.

Ahali şaşkın, ikinci oğlanda tık yok. Şaşkın bakışlar altında yavaşça yerinden kalkmış ve anne babasına yaklaşmış. Herkes nefesini tutmuş olanları izlemekte. Anne ve babasının etrafında tam 3 kez döndükten sonra, “Bana Dünya’nın etrafını 3 kez dönmemi söylediniz, ben de bunu yaptım; çünkü benim dünyam sizsiniz” demiş... 

Kıssadan hisse, kibir belki de yaratıcılığımızın önündeki en büyük engeldir, ne dersiniz?


 Sizlerle yeni yıl dileklerimi bu hikâye üzerinden paylaşmak isterim;

1- Öncelikle yaratıcılığımızın tavan yaptığı bir yıl olsun. İlham perilerimiz hiç eksik olmasın.

2- Dünyamız olan insanların değerini bildiğimiz ve bunu gösterebildiğimiz bir sene olsun.

3- Bütün insanlık olarak evrenin merkezinin biz olduğu yanılgısından derhal ve acilen sıyrılalım. Ekosistemin parçası olduğumuz gerçeği aklımızdan hiç ama hiç çıkmasın...

Siz neler gördünüz bu öyküde insanlığa, bize, size, 2022’ye dair? Paylaşır mısınız?

Ne demişler kıssadan hisse...


Hoşgeldin 2022

Hint Tanrısı Şiva ile Tanrıçası Parvati’nin 2 oğlu varmış. 


Bu iki evlat anne ve babasının ilgi ve sevgisini çekmek için kıyasıya yaraşırlarmış.

“Hangimizi daha çok seviyorsunuz?”

“Beni mi daha çok seviyorsun yoksa kardeşimi mi?”

Gel zaman git zaman anne ve baba bitmeyen, azalmayan kıyasıya bu rekabetten hayli sıkılmışlar. Sabırları dolmak üzereyken her iki oğlanı da huzurlarına çağırmışlar. Bunu duyan ahali yerinde durur mu? Hemen kabul salonunda yerlerini almışlar, pür dikkat olanları izlemeye koyulmuşlar.

Şiva her iki oğlunu da karşısına alarak;

“Artık yeter, büyüdünüz. Bu sorununuzu kalıcı olarak çözmenin vakti geldi de geçiyor bile.”

Oğlanların gözleri merak ve hayretle büyümüş. Şiva ciddiyetle devam etmiş;

“Kim ki Dünyanın etrafını üç kez dolaşıp buraya ilk döner, O en sevdiğimiz oğlumuz olacak.”

Bunu duyan ilk oğlan- kazanacağından oldukça emin- miskin kardeşine bir göz atmış. Ve hızla yola koyulmuş, çevik bir hareketle fırlayıp gözlerden kaybolmuş.

Ahali şaşkın, ikinci oğlanda tık yok. Şaşkın bakışlar altında yavaşça yerinden kalkmış ve anne babasına yaklaşmış. Herkes nefesini tutmuş olanları izlemekte. Anne ve babasının etrafında tam 3 kez döndükten sonra, “Bana Dünya’nın etrafını 3 kez dönmemi söylediniz, ben de bunu yaptım; çünkü benim dünyam sizsiniz” demiş... 

Kıssadan hisse, kibir belki de yaratıcılığımızın önündeki en büyük engeldir, ne dersiniz?


 Sizlerle yeni yıl dileklerimi bu hikâye üzerinden paylaşmak isterim;

1- Öncelikle yaratıcılığımızın tavan yaptığı bir yıl olsun. İlham perilerimiz hiç eksik olmasın.

2- Dünyamız olan insanların değerini bildiğimiz ve bunu gösterebildiğimiz bir sene olsun.

3- Bütün insanlık olarak evrenin merkezinin biz olduğu yanılgısından derhal ve acilen sıyrılalım. Ekosistemin parçası olduğumuz gerçeği aklımızdan hiç ama hiç çıkmasın...

Siz neler gördünüz bu öyküde insanlığa, bize, size, 2022’ye dair? Paylaşır mısınız?

Ne demişler kıssadan hisse...