Ad

 

GÜNCEL

İNCELEMELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNCELEMELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Moda Geçer Stil Kalır- Coco Chanel Efsanesi

 “Bir insanı efsane yapan yarattığı efsanelerdir.” Coco Chanel

Kendisi de bir efsane olan Chanel böyle söylüyor. Borç aldığı parayla Paris’te bir butik açtığı 1910 yılından yaşamına veda ettiği 1971 yılına gelindiğinde ardında bir moda devi bırakan Chanel’i efsane yapan sahiden neydi? Gelin bu sıradışı kadının yaşamına, kendi sözleri eşliğinde beraber bakalım mı?

“Giysilerin şıklığı, sağladıkları hareket özgürlüğüyle gelir.”

Chanel’in modaya girişi 1900’lü yılların başına rastlar. 1.Dünya savaşı henüz bitmiş, erkek nüfusu hayli azalmış bir dünyada artık kadınlar iş gücüne girmeye başlamıştır. Yalnız korseler, uzun bileğe kadar gelen boyları ile kat kat giyilen etekler, kadının günlük çalışma hayatı için hiç uygun değildir. Bu kısıtlamaları tek tek ortadan kaldıran Chanel; kadınların giysilerini dönemine göre oldukça sadeleştirip spor hale getirir.

O dönemde ata sadece yan binebilen kadınlara pantolon dikerek onları modernleştirir ve atlara erkekler gibi binmesini sağlar. Hattâ bunun öncülüğünü yapar. Sadece matem tutulduğunda giyilen “siyah” renginin günlük yaşamda sıkça kullanmasında, onun tasarlamış olduğu zamansız meşhur sade ikonik siyah elbisesinin rolü yadsınamaz. Bununla kalmaz, ‘beyaz’ rengi daha yaygın hale getirir. Sıklıkla kaybettiği el çantalarına zincir ekleyerek “omuz” çantasına dönüştürür.   

Moda dünyasıne getirdiği yeniliklerin ardı arkası kesilmez; kısa saçı, kadınların dizlerinin açıkta görünmesini çirkinlik olarak adlandırdığından literatürde halen Chanel boyu diye anılan diz altı boyunu, bronz teni, meşhur döpiyesini sunar. Getirdiği akımlar burada saymakla bitmez. Bir adım ileri giderek, oldukça yenilikçi olan tasarımlarını önce kuzenine giydirip, onu şehirdeki farklı noktalara göndererek giysileri test edip normalleştirir. Bir nevi “algı operasyonu” yapar.   

1927 yılında Londra’da açtığı butikte sadece İngilizlere iş verecek kadar ileri görüşlüdür. Adeta “global düşün, yerel davran” sözünün taa o yıllardaki temsilcisidir.

Dük olan sevgilisinin golf ayakkabısından esinlenerek tasarladığı çift renkli ayakkabısıyla ‘Moda Alanında Ayrıcalıklı Neiman” ödülünü alır. 1960 yılında Time’ın 100 yılın ‘En Önemli Yüz Kişi’ listesinde adı geçen tek moda tasarımcısı olur.

“Kötü Kokan Bir Kadın, Kadın Değildir.”

Chanel’e kadar parfümler sadece tek ve ağır bir çiçek kokusundan oluşmaktaydı. O, sentetik ürünlerle doğal hayvan ve diğer bitki esanslarının karıştırılarak eklenmesine ön ayak olur. Böylelikle dünyada en çok satan parfümler listesine giren No:5 doğar. Parfümün adı bile içeriği kadar yaratıcıdır. Mistik bulduğu uğurlu sayısının verilmesini ister; 5.   

Chanel’in yaşamından bana kalan, liderlere mahsus; yaşadıkları devrin fırsatlarını koklayabilen farklı algısı ile bu eksiklikleri kapatabilme becerisi ve yenilikleri sunabilen cesareti oldu. 

“Kendin Olmaya Karar Verdiğin Her An Güzelleşirsin...”

Yukardaki cümle ile acaba sadece insanın kendisini tanımasını, beğeni ve zevkini keşfetmesini mi kastetmişti Chanel? Pek sanmıyorum.

Sahi kendimizi ne kadar tanıyoruz? Ne kadar kendimiz olabiliyoruz? Her an kendi gerçeğimizi (giyim-kuşam, eylem, söylem, duygu, ihtiyaç, davranış vbg...)ne kadar ifade edebiliyoruz?

Chanel’in bu sözü öncelikle beynime, sonra tüm hücrelerime kazınıyor. Geçenlerde çevrim içi bir eğitime katılıyorum, konu Sosyal Medya Yönetimi. Hocamız “Kaçınız Metaverse ile ilgileniyor?” diyor. Ben dahil bikaç kişi parmağını kaldırıyor. Aslında hiç konuşmaya niyetim ve hevesim yok, ilaveten bu kavram hakkında üzerinde konuşacak kadar heybemde de birikmemiş. Hoca “ee Şeyda Hanım, siz neler diyeceksiniz?” dediğinde şaşkınlık içinde kendimi “Metaverse” hakkında konuşurken buluyorum. Yapmak istediğim aslında bu değildi.

“Hocam, sadece ilgilenenler kimler dediğiniz için elimi kaldırmış bulundum. Konu hakkında şimdilik konuşmayı tercih etmiyorum” deyip kendi gerçeğimi sahiplenmek varken, hoca bir otorite figürü olduğundan ve bilinçaltımızda “otorite rica edilirse yapılır” gibi bir kodlama mı olduğundan yoksa toplumumuzda ikram edilince al dendiğinden midir nedir hararetle konuşurken buluyorum kendimi.

Ufacık zaman dilimlerinde bile “farkındalık”ı muhafaza edebilmek, her an her saniye kendin olabilmek, kendi gerçeğine sahip çıkabilmek...Zor zanaat be kardeşim J

Chanel, bundan seneler öncesinde, kadınlara pek bir söz hakkı tanınmazken bile başta moda olmak üzere yaşam stiliyle; kendine sahip çıkmayı oldukça başarmış -eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır- bir karakter. Sırf bu yüzden bile sıkı bir taktiri hak ediyor kanımca.

SON SÖZ

Zeynep Tütüncü Güngör tarafından kaleme alınan, modayı anımsatır şekilde pudra renginde tasarlanmış kapağıyla, kısa ve öz bilgilerden oluşan ”Coco Chanel-Moda Geçer Stil Kalır” adlı kitap; tam da soğuğun ısrarla yakamızı bırakmadığı günlere yakışır nitelikte. Hararetle tavsiye edilir J

Kitap Önerisi: “Sezgisel Yeme”

“Yemek içmek gerçekten çok yorucu olurdu, eğer Tanrı ihtiyaç duymamızın yanı sıra bize zevk vermesini de sağlamamış olsaydı.” Voltaire


Yemekten keyif alanlarımızın bu girizgâh ile daha bir keyiflendiklerini hissedebiliyorum. Güzel bir masada dostlarla yenen gibisi elbette yok; ister balık ister rakı sofrası olsun, ister sokak kültürünün parçası olan mısır, kestane, kokoreç anları, ister evde pişen tencere yemekleri. Hepsinin yeri ayrı.

1- Yerken hem keyif alıp hem bedeninizi göz etmek mi istiyorsunuz?


“Keyif iyi güzel de, keyifle beraber gelen kalori yok mu canım”, dediğinizi duyar gibiyim. Kilo belki de keyif ile gelmiyordur, normalimiz (ki herkesin normali farklı) dışında kilo almanın altında belki başka faktörler vardır desem ve bunun için sizlere - sakın ola ha şiddetle değil- olsa olsa hararetle bir kitap tavsiye etsem, ne dersiniz? Kitabın adı SEZGİSEL YEME. Açıkçası kitabı adına yaraşır bir şekilde sezgisel seçtim, iyi ki de! Beklentilerimin hayli ötesinde bir kitap buldum karşımda. Yazarlar sezgilerimize güvenirsek hem keyif alıp hem normal kilomuzda olabileceğimizin müjdesini veriyorlar.

2- Zihniniz ve bedeniniz arasındaki ilişkiyi merak ediyor musunuz?


Biliyorum her gün yeni yeni yeme tarzlarıyla karşılaşıyoruz; vejetaryen, vegan, pesketaryen... Şimdi de “sezgisel yeme” mi çıktı diyeceksiniz. Hayır, değil. Hem de hiç değil. Bu bir yaşam biçimi, bize dayatılan birsürü sistemi -bunlara yeme içme dahil- masaya yatıran, sorgulayan bir anlayış ile karşı karşıyayız. Yazarlar yiyecek bilgeliği ve vücut farkındalığı kazandırmayı amaçlıyorlar.

3- Diyet ve diyet kültüründen bıktınız mı?

Eminim çoğumuz üzerinde kelimenin kendisinin bile olumsuz bir tınısı var. Kilo aldığım dönemlerde şahsen 2-3 kez diyetisyen eşliğinde diyet denemişliğim var, işe yarıyor ancak kısa dönem. Niyet belki iyi, ancak etkisi sınırlı. Benim için zorla, günleri saya saya, oflaya puflaya, neredeyse peygamber sabrı ile devam ettirilen bir süreçti, diyetleri brakır bırakmaz alınan kilolar cabası. Kitap diyetlerin neden çalışmadığını çeşitli bilimsel veriler eşliğinde çok güzel açıklıyor. Adeta diyet kültürünü alaşağı ediyor.

4- Yeme ile ilgili alışkanlıkları ve kalıplarınızı gözden geçirmek ister misiniz?

Hepimizin yeme alışkanlıkları farklı, kimimiz hızlı, kimimiz yavaş, kimimiz ufak lokmalar eşliğinde, kimimiz âdeta yutarcasına yiyoruz. Pekiyi sizinki nasıl ve neden böyle hiç düşündünüz mü? Kitabı okurken bayağı bir hızlı yediğimi keşfettim. Sonrasında şişkin ve hantal hissetmekle kalmayıp, öğün sonrası hızılıca acıkıyordum. Çünkü öğünleri artan hayat temposunda yapılacak bir iş gibi görüyordum. Şimdi yemeğe vücut sinyalimle başlıyorum, ihtiyacıma göre; günde bazen 2 bazen 3 öğün besleniyorum. Daha bir enerjiğim.

Alışkanlıklarımızın kökeninde genelde kültürel, sosyal faktörler olsa dahi; kişisel zihin ve duygu kalıplarımız bir o kadar etkili. Üstelik bu kalıpların sıklıkla farkında bile değiliz. Misâl sosyal bir aktivite içinde değilken, neden acıkmadığımız halde yeriz?

Kendimizi sakinleştirmek için yiyebiliyoruz (Kaygı)

Gevşemek için yiyebiliyoruz (Stres)

Yemeği arkadaş olarak kullanabiliyoruz (Yalnızlık)

Yemeği avutucu olarak kullanabiliyoruz (Teselli)

Uğraş olarak yiyebiliyoruz (Can sıkıntısı)


5- Size yapılacak listeleri sunan, beylik lâflar eden kitaplardan sıkıldınız mı?

İyi haber, kitap size “yapılacaklar liste”si sunmuyor. Okurken bir koçla muhabbet ediyor hissine kapıldım sıklıkla. Çünkü bir uygulama kitabı, neredeyse 300 sayfanın yarısı uygulamalar ve güçlü sorularla dolu.

Kötü haber, biraz emek şart! Sadece siz pratikleri yaparsanız farkındalık kazanıyorsunuz. Sonrasında ne yapacağınız tamemen size kalmış. Yaşamınızın “yemeğe dair” olan sayfasını baştan sona tekrar yazabilirsiniz.

SON SORU

İtiraf edeyim, kitabın yazarlarından etkilenip, yazımı sorularla renklendirmeye çalıştım. Eğer son soruya kadar gelebildeyseniz, bravo sizlere! Bu arada ufak bir sırrımı açık etmek isterim; insanlara hiç sınır koyamadığım bir dönemde, çok az yediğim halde, taşıdığım duygusal yüklerden dolayı hayli şiş dolaştığım günlerim olmuştu. Ne zaman önceliği kendime ve ihtiyaçlarıma verdim, normal kiloma jet hızıyla geri döndüm, üstelik canımın çektiğini yiyerek. Yaşamasam inanmazdım. Gelelim sonuncu soruya;

6- Genel olarak yeme düzeniniz ve alışkanlıklarınız size iyi geliyor mu?


Eğer yanıtınız “hayır” ise, bir an önce eyleme geçin derim ben. Bu kitap iyi bir tercih olabilir. Pekiyi yanıtınız “evet” ise? Yine de bir göz atmak isteyebilirsiniz...

Özellikle uzuuun yaz öğleden sonralarınıza eşlik edebilecek harika bir eser. Yerken ve okurken keyfiniz bol, sağlığınız daim olsun!

İtiraf Ediyorum; Ben Bir İçedönüğüm

 Bir kitap okuyarak hayatı değişenlerden misiniz?


Maalesef diye cevaplayarak yazıma başlıyorum. Hiç bir zaman bir kitap okuyarak sihirli bir değnek değmişçesine hayatı değişen insanlardan olmadım. Bunu anlatan insanlara gıpta ettiğim doğrudur, benim için geçerli olanı “Neden daha önce karşılaşmadık?” dediğim kitaplarım var başucumda. Bunlardan biri Jenn Granneman tarafından kaleme alınan “İçedönüklerin Gizli Yaşamı”.

Bu kitaba keşke 20’li yaşlarımda rastlasaymışım, aktivitelerimi ona göre planlar, kendimi çok daha iyi tanır ve akabinde daha az yargılardım. Misâl siz de bikaç gün arka arkaya etkinliğe gidince enerjiniz düşüyor mu? Daha kalabalık, daha yüzeysel sosyal aktiviteler yerine daha derin ve daha yakın bikaç insanın katıldığı etkinlikleri mi tercih edersiniz? Kötü haber (şaka!) içedönüksünüz. İyi haber, dünyanın kalan %30-%50’sinin sizin (bizim) gibi olduğu sanılıyor.

Üstelik bu bir nörolojik gerçek; beynin ödül merkezi olan dopaminin, dışadönüklerde dış uyaranlar karşısında daha fazla tepki verdiği tespit edilmiş. Olası ödüller (buna sosyal ödüller dahil- misâl popüler olmak) karşısında bir dışadönük kadar enerji ve dolayısıyla motivasyonla dolmuyor içedönük. Bu yüzden dışadönükler- içedönüğün aksine- bitkin düşmeden yabancılarla şevkle konuşabiliyorlar.

Kitabı okurken sıklıkla başımla onaylarken buluyorum kendimi;

- En iyi tek başınayken düşünebiliyorsunuz.

- İyi bir dinleyicisiniz.

- Fazla derin ve gözlemci olduğunuz söylendi.

- Düşünceleriniz söylemekten ziyade yazmakta iyisiniz.

- İnsanlarla bir arada olmak ve tek başınıza kalmak arasında gidip geliyorsunuz.

- .........

İçedönüklük elbette bir tuhaflık değil, ancak yıllarca bu kavramı bilmediğimden kendimi bazı sosyal ortamlarda pek bir eğreti pek bir çaresiz hissettim. Şimdi biliyorum aynen içten yanmalı bir motor gibi, ben bir içedönüğüm :)

JUNG

Bu tabirleri bulan ve literatüre kazandıran değerli psikolog Carl Gustav Jung’u burada anmadan geçmek olmaz. Jung’a göre insanın iki dünyası var; nesnel dünya (kişinin çevresindeki diğer insanlar, eşyalar vbg ) ve kişinin öznel dünyası dediğimiz iç dünyası (düşünceler, kavramlar vbg...). Dışadönük kişi enerjisini ve algılarını çevresine yöneltirken içedönüklüklerde enerji iç süreçlere yoğunlaşır.

Bu iki tutum, bilinç düzeyinde ve aynı zaman içinde birlikte bulunamazlar. Sürekli olarak biri diğerinin yerine geçer. Ancak, bu tutumlardan yalnızca biri yaşamı boyunca kişiye egemendir. Bu bir skaladır, Jung’a göre %100 dışadönük veya %100 içedönük bir kişi yok şu dünyada, aksi taktirde sonunun akıl hastanesinde olması kaçınılmazdı.

Önemli olan, siz hayatta genel olarak hangi tutumu daha çok göstermektesiniz?


YANLIŞ YARGILAR

İçedönüklük toplumda utangaç olmadan, asosyal olmaya veya içe kapanıklığa dair bir çok farklı kavramla özedeşleştirilmekte. Maalesef! İçe dönüklük bunlardan hiçbiri değil. Evet, bir insan hem utangaç hem içedönük olabilir veya zamanla bu iki kavram birbirini beslemiş dahi olabilir ancak bu her utangacın bir içedönük olduğunu göstermez.

Utangaç biri, insanlarla sohbet etmek zorunda kalacağı için bir yemek davetinden kaçınabilir, oysa bir içedönük evde sakin bir şekilde TV izleyerek vakit geçirmek istediği için davete katılmamayı tercih eder.

MESLEKLER VE ÜNLÜLER

İçedönüklük hakkında başka bir yargı, madem bunları fazla kalabalık ortamlar ve uyaranlar yorabiliyor; bu kişilerin yazarlık, kütüphane görevlisi gibi daha izole işler yapması gerektiği yönünde. Ancak yanılıyorlar, içedönüklerin büyük bir çoğunluğu anlamlı bir iş yapıp insanlığa dokunmak istiyor. İçlerinde birçok eğitmen, hemşire, çağrı merkezi temsilcisi var.

Gelgelelim ünlülere; kimler yok ki içlerinde: Barack Obama, Lady Gaga, Meryl Streep, Frederic Chopin, Gwyneth Paltrow, Elton John, Audrey Hepburn, Steven Spielberg, Brene Brown, Mark Zuckerberg ve daha niceleri...Henüz izlemediyseniz, kendisi de bir içedönük olan ve izlenme rekoru kıran Susan Cain’in meşhur “İçedönüklerin Gücü” konuşmasına bakmanızı hararetle tavsiye ederim (TED Konuşmaları).

SON SÖZ

Tabi, kitapta burada detayına giremeyeceğim bir sürü alt başlık var; içedönüklüğün türlerinden tutun iş ve flört yaşamında taktiklere değin. Üstelik psikolojik ve sosyal araştırmalarla desteklenmiş ve hattâ birçok içedönüğün görüşleri eşliğinde. Böylelikle yalnız hissetmediğiniz kadar, dünyanın pek çok köşesinden içedönüklerin, aynı olaya dair size bazen ilham veren bazen beyninizde ampuller yanmasına neden olan fikirlerine rastlayabiliyorsunuz.

Okumaya değer, özellikle bir içedönükseniz veya yakın çevrenizde bir içedönük varsa...


SORULARINIZ DEĞİŞİRSE HAYATINIZ DEĞİŞİR- IV

 FARK ile fark yaratmaya hazır mıyız?


Bu ana kadar karakterimiz Richard’ın başına gelenlerden pek bahsetmedim, bunu yapmayacağımızı, öyküye detaylarıyla girmeyeceğimiz yazı dizisinin başında belirtmiş olmalıyım.

Richard hepimiz gibi, oldukça bizden biri. Sıkça “Yargıç” modunda olup bunun farkında bile olmayan, öğrendiği andan itibaren kolaylıkla gevşemekten ziyade genelde çevresine, hatta “Yargıç” moduna bile direnç gösteren biri. Oysa ister adına “sihir” deyin ister “mucize”; tam olarak Öğrenici modunda olduğumuzda gerçekleşiyor. Aksi maalesef pek mümkün değil  J

Sorun asla “Yargıç” değil, hiç olmadı, aslında bütün farkı yaratan ”Yargıç” ile kurduğumuz ilişki. Unutmayalım ki neye direnirsek o büyür. Yargıç Yargıç’ı doğurur, Öğrenici Öğrenici’yi. Yargıç’a direnmeye devam mı edeceğiz? Yoksa “Yargıç”ı kabullenecek miyiz? Ancak onu kabullenerek kurtulabiliriz; kısacası “Yargıç-Geçiş-Öğrenici” süreci ile.

FARK

Bazen birşeyler olmaktadır; biliriz. Sanki o an olayın içinde freni boşalmış araba gibi hissedebiliriz. Birşeyler başlamış ve gayet yanlış başlamıştır. Süreç hızlıdır, aklımıza “geçiş sorusu” bile gelmeyebilir, öyle bir durumda kendimizi tekrar “Öğrenici” haline getirebilir miyiz? İyi haber; olacağımız durumu yine biz seçebiliriz. Nasıl mı?

Danışman bu noktada Richard ile “FARK Tercih Yöntemi”ni paylaşır. Bizde farkındalık yaratıp, bize nefes almamızı sağlayacak bir geçiş kapısı gibi düşünebiliriz bu kısa ancak hayli etkin yöntemi. Yöntem aşağıdaki adımlardan oluşmakta;

F Farkına Var:  Ben bir yargıç mıyım?

A Ara Ver: Duraksamam, geri çekilmem ve bu duruma daha tarafsızca bakmam gerekiyor mu?

R Rapor Çıkar: Tüm verilere sahip miyim? Burada neler oluyor?

K Karar Ver: Kararım/tercihim nedir?

İki taraf da Yargıç modunda olduğunda, yukardaki yöntem çok işe yarar. İlk uyanan avantajlıdır. O kişi “Öğrenici” zihin haline geçip her iki tarafı için de durumu değiştirmeyi seçebilir.

Yukardaki adımları sıklıkla yaptığınında göreceksiniz; aslında çok vakit almıyor. Yapa yapa aşina hale geliyoruz. Veya kısaca koçlukta çokça kullandığımız “Burada ne oluyor?” sorusuna başvurabilirsiniz.

ÖNYARGILAR

Öğrenici ilk başta kulağa yumuşak gelebilir. Ancak gerçek güç, “höt höt”ten ziyade kararlı olmaktan gelmez mi? Bir insan hem paylaşımcı hem kararlı olabilir. Yetkinlikler hakkında ne kadar çok önyargımız var değil mi? Çünkü genelde şimdiye değin ”ya..ya” kısıtında yaşamışız. “Hem ...hem” dünyası bizim için oldukça yeni.

Bir insan işbirliği ile karar alıyorsa sanki risk almak istemez gibi düşünürüz.Halbuki bir insan hem işbirliğinden yana olup, hem risk alabilir. Hatta daha paylaşımcı olup riskin götürülerini minimize edebileceği için, daha büyük riskler bile alabilir.

Öğrenici yolunda olmak, sanıldığının aksine işleri yavaşlatmaz. Acele davranıp işleri sürekli tekrarlamak yerine, bol katılımla işler sandığımızdan daha hızlı bile yürüyebilir.  Yani bir insan hem işbirliğinden yana hem sonuç odaklı olabilir. Bu pekâlâ mümkün.

GRUP DİNAMİĞİ

Portakalın Bilgeliği

Soruların gücüyle düşünme yöntemini karşılıklı birebir ilişkilerde olduğu gibi; ekipler ve gruplarda bile uygulayabiliriz. Bir örneği “Soru Fırtınası” olurdu. Soru fırtınası adı üzerinde, “beyin fırtına”sına çok benziyor. Sadece “cevap” veya “ifade”lerden ziyade; aklımıza gelen “sorular” not ediliyor.

 Koçluk, liderlik, satış&pazarlama gibi hedef odaklı sohbetlerde kullanılabilir.

· Soruların “Öğrenici” zihninden gelmesine dikkat edin.
· “Ben” yerine “biz” diliyle ifade edilmesi önemli, sonuçta bir grup dinamiği var.
· Kapalı uçlu yerine (yapabilir miyiz?), açık uçlu soruları (nasıl yapabiliriz?) tercih edin.
· Cesur olun, kışkırtın, hatta gülünç bile olabilirsiniz. Yeniliklerden korkmayın.

SONA YAKLAŞIRKEN

Richard başta tökezledi, doğru; sonrasında değişti, dönüştü, büyüdü. Unutmayalım ki nerede tökezlersek aslında hazinemiz orada. Yaramız bize merhem. Hem işte hem ev yerindeki sorunlarda gözle görülür bir düşüş gözlemledi. Tabi bu bir gecede olmadı nihayetinde...

Önce niyet etti, sonrasında bolca uyguladı. Belki arasıra duvara tosladı, zaman zaman şaşaladı. Anlatılanları pratik ettikçe “Öğrenici” kası güçlendi. Bazen başa döndü, yılmadı, yeniden planladı, eyleme döktü, süreç daha bir kolay hale geldi. Yaşananları kan-ter-gözyaşı  diye özetleyebiliriz J

Sizlere gelince, umarım bu yazı dizisinden keyif almışsınızdır. Ben aldım, sayenizde öğrendiklerimi hatırladım, kendime “yapılacaklar listesi” çıkardım. Gün içinde bazen kendimle şöyle bir oyun oynuyorum. Duyduğum güçlü ifadeleri (her  ifadeyi değil), güçlü sorulara dönüştürmeye çalışıyorum.

Son uygulamayla beraber yazı dizisini de sonlandırıyoruz. Madem her soru olasılık yelpazemizi genişletir, madem her sorulmamış soru açılmamış bir kapı gibi; kapanışı da sorularla yapalım J Her yerde/ her koşulda uygulanabilecek 12 güçlü soruyla...

Uygulama 1: Sıkışıp kaldığınız, sizi huzursuz eden veya değiştirmek istediğiniz bir duruma odaklanın. Aşağıdaki soruları içtenlikle, acele etmeden yanıtlamaya başlayın. Bir başkasına (Sen ne istiyorsun?) veya takımlara bile sorabilirsiniz (Biz ne istiyoruz?). Gayet mümkün.

1. Ne istiyorum?
2. Seçeneklerim neler?
3. Hangi varsayımlarla hareket ediyorum?
4. Ben nelerden sorumluyum?
5. Bu konuda başka nasıl düşünebilirim?
6. Karşımdaki kişi ne düşünüyor, hissediyor ve istiyor?
7. Neleri kaçırıyor veya görmezden geliyorum?
8. Neler öğrenebilirim? (bu kişiden, bu durumdan, bu hatadan, bu başarıdan, bu başarisizlıktan vbg...)
9. En mantıklı eylem adımları hangileri?
10 Hangi soruları sormalıyım (kendime veya başkalarına)?
11 Bunu bir kazan-kazan durumuna nasıl dönüştürebilirim?
12 Mümkün olan nedir?

BİTİRİRKEN

Sorular sonuçları doğurur, büyük sorular ise büyük sonuçları.

Çok keyif aldığım vakitlerde, manâsız bir korku sarardı içimi. Arkadaşlarımdan birisi hiç unutmam “Şu an kendine ne soruyor ve diyor olabilirsin?” demişti. Heybemden pek olumlu şeyler dökülmemişti; “Çok güldük, ağlayacak mıyız? Hayat bu kadar iyi gidemez, nazar mı değer?...” “O zaman her aklına geldiğinde bütün bunların yerine ‘Bundan daha iyi nasıl mümkün olabilir?’ diyebilir misin?” diye eklemişti.

Yazdıklarımın sadece %10’unu uygulamaya başlasak neler değişirdi acaba?

 

SORULARINIZ DEĞİŞİRSE HAYATINIZ DEĞİŞİR- III

Her zaman ikinci bir fırsat var...



Geçtiğimiz iki yazıda hayatımızı şekillerdiren iki zihin halinden bahsetmiştik; Öğrenici ve Yargıç. Bu iki zihin halindeyken nasıl düşündüğümüzün, ne gibi hissetiğimizin ve ne gibi sorular sorduğumuzun farkına varmıştık.

Pekiyi hangi durumda olduğumuzu nasıl anlayacaktık? Bildiniz, elbette, gözlemci kimliğimizi güçlendirerek. “Ben bu halin tam olarak nasıl bir şey olduğunu kavrayamadım?” diye soruyor olabilirsiniz. Basit, hiç kendinizi başkasına yanlış isimle seslenirken bulup, bunun farkına vardınız mı? Veya hiç sesinizin, sessiz bir ortamda aniden yüksek sesle çıktığının farkında oldunuz mu? Özetle bunlar kendimizin farkında olduğu anlardı diyebiliriz.

GEÇİŞ SORULARI

Diyelim ki “Yargıç”ta olduğumuzu fark ettik, “Öğrenici” hale kendimizi nasıl getirebiliriz? Yine sorularla..

Bunlara geçiş soruları diyebiliriz; bir nevi “kurtarıcı “sorular olup, “rotamızı düzeltecek” sorular olarak düşünebiliriz. Unutmayalı, doğru/yanlış yok, sadece seçimler var ve her iki ruh halini de seçmenin bir sonucu ve bedeli var; hem çevremiz hem kendimiz için.

Gelin bu “Köprüden önce son çıkış tabelası” niteliğindeki sorulara Jkitaptan örnekler verelim;

Yargıç modunda mıyım?

Hissetmek istediğim bu mu?

Yapmak istediğim bu mu?

Nerede olmayı tercih ederim?

Oraya nasıl ulaşabilirim?

Bu işe yarıyor mu?

Elimdeki veriler neler?

Bu konuda başka nasıl düşünebilirim?

Hangi varsayımlarla hareket ediyorum?

Neyi gözden kaçırıyor veya gözmezden geliyorum?

Nasıl daha tarafsız ve dürüst olabilirim?

Karşımdaki kişi tam şu an ne hissediyor/ düşünüyor ve istiyor?

Şaşırtıcı olan ne?

Gerçekten yapmak istediğim/ kendimi adamak istediğim şey bu mu?

Bu durumdan nasıl bir mizah yakalayabilirim?

Şu anki tercihim ne?

Bizi yargıç sorularından bile kurtaran yine sorular oldu desenize...  



İLİŞKİLER

Dilerseniz şimdi bu iki zihin halinin ilişkilerimize yansımasına bakalım:

                                                        ÖĞRENİCİ/ YARGIÇ İLİŞKİLERİ

Yargıç

Öğrenici

Kazan/ kaybet diyen ilişkiler

Kazan-kazan diyen ilişkiler

Tartışan

İletişim kuran

Başkalarından/kendinden kopuk hisseden

Başkalarıyla/kendisiyle bağlantıda hisseden

Farklılıklardan korkan

Farklılıklara değer veren

Geribildirimi reddetme olarak algılayan

Geribildirimi değerli bulan

Duyduğu;

*Farklılıklar

*Doğru/yanlış

*Fikir birliği/fikir ayrılığı

Duyduğu;

*Benzerlikler

*Veriler

*Anlayış


Yine yaşlı gezegenimize bakacak olursak; kıtlık bilincinden hareketle, var gücümüzle ne pahasına olursa olsun kazanmak adına oynadığımız bir dünya yarattığımızı görüyoruz. Sonucu mu? Elbette ilk başlarda kazan/kaybet gibi görünse bile, neticede hepimiz birbirimize görünmez bağlarla bağlı olduğumuzdan ve ne ekersek onu biçeceğimizden her  iki tarafın da mutsuz olduğu kaybet/kaybet diye sonuçlanmış ilişkiler.

Oysa bolluk bilincinden bakabilsek dünya nasıl bir yer olurdu? Cennetin yeryüzüne indirilmiş halinden bahsetmez mi birçok üstad?

NİYET

Hepimiz artk herşeyin başının niyet olduğunu biliyoruz. Unutmayalım niyet herşeyi belirler.

Eğer karşıdaki kişiyi sorgulamak, köşeye sıkıştırmak, üstün hissetmek adına soru sorarsak; ne tür sorular sormuş olacağımızı ve hangi tür ilişkilerle sonuçlanacağını artık gayet iyi biliyor olmalıyız. “Öğrenici” mod için niyetlerimiz neler olabilir? Bakalım mı beraber?


· Öğrenmek
· Bağ kurmak
· Derin dinlemek,
· Çatışmayı çözmek,
· İşbirliği sağlamak,
· Yeni olasılık/ hedef/ eylem planı belirlemek,
· Yaratıcılığı ve yeniliği teşvik etmek

Siz neler eklemek isterdiniz yukardaki listeye?

Uygulama 1: Bir günlük tutun. Kendinizin yargıç modunda yakaladığınız zamanları not alın. Ne yaptınız, neler hissetiniz, nasıl davrandınız, sonucu ne oldu? O an ne gibi yargıç soruları soruyordunuz muhtemelen kendinize? Yazın. Bu soruları şimdi öğrenici şekline çevirebilir misiniz? Neler değişti?

Uygulama2: Şimdi biraz daha derine bakıyor olacağız. Sıklıkla tekrar tekrar yaşadığınız (evde-işte vbg), tabiri caizse sıkışıp kaldığınız; sizi üzen, kaygılandıran veya öfkelendiren bir durum seçin. Gelin bu durumu kendi adımıza netleştirmek için varsayımlarımıza bakalım. Yine sorular eşliğinde elbette; bu sefer ‘varsayım çürütücü’ sorular eşliğinde J;

Kendimle ilgili varsayımlarım neler?

Karşındaki ile ilgili varsayımım neler?

Geçmişten getirdiğim artık doğru olmayabilecek hangi varsayımlarım var?

Elimdeki kaynaklarla ilgili varsayımlarım neler?

Mümkün olanlarla ilgili varsayımlarım neler?

Mümkün olmayanlarla ilgili varsayımlarım neler?

“Ne kadar çok varsayımımız varmış” değil mi? İnanın varsayımlara bakmak, onları dile getirmek ve yazmak bile, üzerlerimizdeki etkisini az-çok hafifletecektir.

Dördüncü yazıda görüşmek üzere. Sokrates’in dediğin gibi “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez”. Soruda kalın, sağlıcakla kalın J

SORULARINIZ DEĞİŞİRSE HAYATINIZ DEĞİŞİR- II

Gücümüzü elimize almaya başlıyoruz!


Portakalın Bilgeliği

Gücümüzü ele almak “Yargıç” zihnimizin bizi değil, bizim onu yönetmeye başlamamız ile olur.

Geçen yazıda görmüştük, hepimiz kendimize sorduğumuz sorularla sürekli kendimizi ya “Öğrenici” veya “Yargıç” moduna sokuyorduk. Bunda pekâlâ yanlış birşey yoktu, çünkü bu şekilde eğitilmiş, bu dünyada bunu görmüştük. Sıklıkla kullanılan kas misâli, bu kasımız hayli güçlenmişti. Unutmayalım ki hepimiz iyileşme sürecinde olan yargıçlarız. Yani en sakınmamız gereken, “Yargıç” halimize de yargıç gibi davranmak :)

Pekiyi hedefimiz ne o zaman? “Yargıcı kabullenip, öğrenici gibi davranmak.”

GÖZLEMCİ OLMAK

Şimdi “Tamam iyi güzel de, bu alıştırmalar eşliğinde bunların farkında olmak kolay, ya gün içinde, onca koşturma içinde nasıl farkında olacağız?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Öncelikle hakkınızı teslim etmem gerekir. Güzel, demek güçlendirici sorulara hayatınızda daha çok yer vermeye başladınız bile :). Özetle “Gerçek hayatta nasıl duvara toslamayacağız onca koşuşturma içinde?”

Uzmanlar farklı sayılar verseler de, genelde gün içinde bir yetişkinin zihninden 70 ila 90 bin kadar düşüncenin geçtiğini söyleniyor. Çok fazla değil mi? Soru halinde veya ifade halinde olması gerekmiyor düşüncelerin, bunların farkında olup olmamak asıl mesele. İşin aslı genelde farkında değiliz, çoğu düşünce enerjiden tasarruf etmek adına haberimiz bile olmadan bilinçaltı seviyede yürütülür merkezi sinir sisteminde. Bu durumda yapmamız gereken ne? İşte bir güçlü bir soru daha.

Anahtar kelime; ‘Farkındalık’. Pekiyi bizi farkındalığa getiren ne olurdu? Gözlemlemek. Kendimizi günün 24 saati gözlemlemek mümkün olmasa dahi, bunu belirli aralıklarla basit uygulamar dahilinde yapabilir miyiz?

Uygulama 1: Gelecek sefer telefon çaldığında (acil veya sizi zora sokacak iş telefonunu seçmeyebilirsiniz) hemen açmak yerine bir müddet gözlemleyin. Zilin sesini duyun. Kafanızdan ne gibi düşünceler geçiyor? Panik mi oluyorsunuz? Ne gibi duygular? Yargılamadan sadece izleyin. Elbette dilerseniz o çağrısız cevaba sonradan dönebilirsiniz.

Uygulama2: Hemen harekete geçme dürtüsü hissettiğiniz bir uyaran karşısında (e-maile yanıt vermek, bir program için televizyon açmak, kapı zili, acıkmak vbg...) hemen harekete geçmeyin. Zor da olsa gözlemleyin. Sadece izleyin. Yapabiliyorsanız düşünceler, aynen bir bulut gibi geçsin gitsin zihninizden.

Uygulama3:
Size iyi gelen bir meditasyon uygulaması bulup düzenli yapın (ben bu konuda kendime Eckhart Tolle ve Joe Dispenza’yı yakın hissediyorum).

Portakalın Bilgeliği

ZİHİN YAPILARI

Yazının başından itibaren, iki tane farklı zihin yapısı üzerinde durduk; “Öğretici” ve “Yargıç”. Gelin bunlara biraz daha yakından bakalım.
 
                                                        ÖĞRENİCİ/ YARGIÇ ZİHİN YAPILARI
Yargıç
Öğrenici
Yargılayıcı /kendine ve/veya başkalarına)
Kabullenici (kendine/ve/veya başkalarına)
Tepkisel ve otomatik
Düşünceli ve ılımlı
Suçlayıcı
Sorumluluk alan
Çok bilmiş
Bilmemeye değer veren
Katı ve sert
Esnek ve uyumlu
Ya/ya da düşüncesi
Hem/ve düşüncesi
Haklı olma çabası
Araştırıcı
Sadece kendi bakış açısı
Başkalarının bakış açılarını düşünen
Varsayımları savunan
Varsayımları sorgulayan
Olasılıkları sınırlı gören
Olasılıkları sınırsız gören
Baskın ruh hali: Koruyucu
Baskın ruh hali: Meraklı
Dünyanın hali şu anda yukardaki sütunlardan hangisini daha çok yansıtıyor desem sanırım cevabını az çok hepimiz biliyoruz. 

Sıklıkla ‘Yargıç” sütununda olmak nasıl hissettirir? Diken üstünde? Gergin? Yıpratıcı? Çoğunlukla bu tutumda olmanın gerek kendi vücutlarımıza gerek çevremize bir bedeli olmalı. Sonuçta, insan ne yapıyorsa kendine yapıyor.

Nerden başlasak? Elbette kendimizden. Ne zaman başlasak? Koçlukta bir tabir vardır, “Şimdi olduğun yerden başla, bu her zaman başlamak için en iyisidir”. Hiçbir şey tesadüf değil sonuçta!

Soru sormanın önemini kavramak adına biraz daha soru uygulaması ile bu yazımı sonlandırma niyetindeyim. Unutmayalım, hikayedeki Richard bir danışman eşliğinde çalışırken bizler bunu kendi başımıza yapmaktayız. Ancak tam olarak yalnız değiliz, iki güçlü aracımız var bizimle beraber; sabır ve gözlem. 

Portakalın Bilgeliği

Uygulama 1: İlk hafta sabahları kalkar kalkmaz biraz soru araştırması yapın. Kendinize ne gibi sorular soruyorsunuz? (sorgulayıcı sorulardan ziyade kavramaya, işbirliğine, yaratıcılığa, hedefe yönelik sorular) İkinci hafta uygulamayı biraz genişletin ve güne yayın, kendinize soru sormaya devam.

Uygulama2: Gün boyunca karşılaştığınız durumlara verdiğiniz tepkiyi inceleyin. Bu bir soru mu, yoksa ifade (cevap) mi? Eğer ifadeyse, ifadeyi soru formatına getirin. İfadeyi soru formatına getirmek ruh halinizde ne gibi bir değişikliğe neden oldu?

Üçüncü yazıda buluşmak üzere... Soruda kalın, hoşçakalın :)


SORULARINIZ DEĞİŞİRSE HAYATINIZ DEĞİŞİR -I

Sorular sonuçları belirler mi? Soruların gücü terimini duydunuz?


Portakalın Bilgeliği

Ya size birileri gelip soruların özellikle de güçlü soruların hayatınızda büyük değişikliklere yol açabileceğinden bahsetmiş olsaydı? O yüzden sizlerle yeni bir yazı dizisi olarak; hevesle alıp bir solukta okuduğum kitaplardan birini paylaşmak isterim; “Sorularınız Değişirse Hayatınız Değişir”. Yazarı Dr. Marilee Adams.

Portakalın Bilgeliği

Aman yine bir kişisel gelişim kitabı mı demeyin, biliyorum kişisel gelişimin son derece hatalı kullanımlarından dolayı bu terimden bir hayli soğumuş olabilirsiniz, bence etiketlere takılmayalım. O zaman sizin için farklı bir tabir de kullanabilirim; ‘Kişisel Ustalık’.

Deyim yerindeyse, bir kişisel ustalık kitabıyla karşı karşıyayız. Ufkunuzu genişletip size çok farklı ve yeni olasılıklar sunabilecek, sürükleyici ve alanında önemli bir başyapıttan söz ediyor olacağım. Bir çok şirketin çalışanlarına okuması için yeni yılda hediye diye verdiği bir ustalık öyküsü...

SORU SORMAK

Şimdi kendiniz için “Ben koç muyum/ eğitmen miyim arkadaş, soru sormak da neyime?” diye düşünebilirsiniz elbette. Lakin az önce bir soru sormadınız mı kendinize? Hatta bir adım ötesine gidelim, hayata her güne pekçok soru sorarak başlamaz mıyız?

“Bu gün ne giysem? Hava nasıl olacak? Neyle rahat ederim? Toplantıya kimler katılacak iş yerinde? Acaba bi ütü bassam mı bluzuma ? Kahvaltıda ne yiyeyim? İşe neyle gideyim?” Alın size bir soru demeti.

Aslında baktığımızda koca bir insanlık tarihinin sorularla şekillendiğini görüyoruz. İnsanlık için en elzem sorunlardan bi tanesi su kaynakları olmuş olmalı. İnsanlar ilk zamanlar “Nereden su bulabilirz? Nasıl suya erişebiliriz?” diye sormuş olmalılar ki bu onlara, sonradan adına “göçebelik” dediğimiz bir yaşam şekli sundu.

Arkasından yine sadece bir büyük ve önemli soruyla hayatın akışı değişmiş olmalı; “Suyu nasıl kendimize getirebiliriz?” Bu soru kuyu açma, depolama, kanallar yapma, sulama işlemlerini başlatmakla kalmayıp akabinde Tarım Çağı ile birlikte kentlerin oluşmasını sağladı.

Demek ki sorular düşünce şeklini değiştiriyor, bu ise olasılıklar dünyasına adım atmamızı, sonrasında farklı seçimler yapıp farklı sonuçlar yaratmamızı sağlıyor. Yani özetle sorular sonuçları belirliyor.

SORU VAR SORU VAR

Pekiyi bu durum her soru tipi için geçerli mi? Her soru tipi zihnimizi açıp, bizi daha tarafsız ve daha açık bir tutuma mı taşımakta?

Aşağıdaki sorulara bir göz atmanızı rica ediyor olacağım;

                                                        ÖĞRENİCİ/ YARGIÇ SORULARI
Yargıç
Öğrenici
Sorun ne?
İşe yarayan ne?
Bu kimin hatası?
Ben nelerden sorumluyum?
Benim neyim var?/ Benim neyim eksik?
Ne istiyorum?
Haklılığımı nasıl kanıtlayabilirim?
Ne öğrenebilirim?
Bu nasıl sorun olabilir?
Veriler neler?

Bu konuda yararlı olan ne var?
Neden bu kişi böylesine aptal ve sinir bozucu?
Karşımdaki kişi ne düşünüyor, hissediyor ve istiyor?
Kontrolü nasıl ele alabilirim?
Büyük resim nedir?
Neden zahmeye gireyim?
Mümkün olan nedir?
Kitabın ana eksenini yukarda adı geçen iki farklı zihin yapısı oluşturmakta; Öğrenici ve Yargıç. Bu farklı zihin yapıları farklı düşünce şekillerine ve farklı tutumlara, sonuçta farklı davranışlara yöneltmekte.

Portakalın Bilgeliği

Gelin , her beraber bu sorulara, öncelikle ‘Yargıç’ sütunundakilere bakalım. Soruları oldukça yavaş okumanızı, dilerseniz her sorudan sonra biraz içe dönmek maksatıyla gözlerinizi kapamanızı rica ediyor olacağım. Nasıl hissediyorsunuz? Eğer siz de insanların geneli gibiyseniz; korku, gerginlik, tedirgin hissetmiş olabilirsiniz.Vücudunuzda ise sıkışma, gerilme, kasılma gibi yan etkiler deneyimlemiş olabilirsiniz. Enerjiniz bile düşmüş olabilir.

Şimdi sağ sütuna geçme zamanı. Yine soruları oldukça yavaş okumanızı, dilerseniz her sorudan sonra biraz içe dönmek maksatıyla gözlerinizi kapamanızı rica ediyor olacağım. Muhtemelen daha iyimser, enerjik hissettiniz. Vücudunuza ise bir açıklık, rahatlama, gevşeme hissi eşlik etmiş olabilir.

ESAS ADAM

Sizlere kitabı paylaşmamın nedeni sanırım daha bir belirgin hale geldi, hepimiz aslında çokça ‘Yargıç’ olduk, oluyoruz ve olmaya devam edeceğiz. Neden mi? Çünkü yaşamda kalma dürtüsüyle çokça savunma mekanizması çerçevesinden dolayı hareket ettiğimiz için. Bize sistem tarafından kıtlık bilinci dayatıldığı için. Böyle eğitildiğimiz için.

Pekiyi ne yapabiliriz? Nasıl öbür tarafa geçebiliriz? Kitap buna dair. Bir yandan “Bay Cevap” diye bilinen Richard adında karakterin başından geçenlere tanık olurken, bir yandan bu değerli öğretiye aşina oluyoruz.

Öykünün detaylarına yazı dizisi boyunca pek girmeyeceğim, sadece özetle hem yeni işinde hem evliliğinde bir hayli çuvallamakta olan, sıkça Yargıç modunda olduğu için tabiri caizse “Yargıç bataklığına” batmış bir kişiden bahsediyor. Aslında oldukça bizden biri.

Bir arkadaşımın dediği gibi “Hayatın eli yok ki sana tokat atasın”. Kendimize dönüp bakmamız için yaşam bize bolca aksilik yaratır vesselam. Bol uygulamalı olan kitaptan sadece çok önemli olanları paylaşıyor olacağım. Kalanları için kitaba göz atabilirisiniz.

Uygulama 1: Gelecek yazıya kadar yukardaki tabloya aşina olabiliriz. Soru soruyor muyuz? Günlük yaşam içinde soru/ifade yüzdemiz nasıl? Soru soruyorsak, yukardaki hangi kategoriye daha uygun düşüyor? Yargılamadan, sadece o sorudan sonra olan ruh halimize azıcık dahi olsa odaklanabilir miyiz? Ne hissettiriyor böyle sormak? Hizmet ediyor mu bize?

Şimdilik bu kadar, görüşmek üzere...

HER DEM ÇAY

Çay içmek hayatınızda ne kadar yer tutuyor? Çay mı kahve mi desem ne dersiniz?

Portakalın Bilgeliği

Ebru Erke ile bu sefer başka bir belgeseldeyiz; “Çayın Yolculuğu”. Ufkumu açan diziyi bir solukta izledim. Sanmayın kendisi ile organik bir bağım var; sadece bulmuş olduğu özgün başlıklar, ilgi alanlarıma uyup konuya dair derin araştırmalar yapmamı sağlıyor

Türkiye çay ile ilgili konularda dünya sıralamasında hep önlerde. Toplam tüketimde Çin birinciyken, kişi başı tüketimde yıllardır birinciliği kimselere kaptırmıyor. Kişi başına çay tüketiminde Türkiye’yi takiben İngiltere, Fas, Afganistan İrlanda, Yeni Zelanda, B.A.E gibi üretimde adı geçmeyen ülkeleri duymaktayız. Üretimde yeri ilk 5 ila 7 arasında değişmekte. Üretim devleri arasında Çin, Hindistan, Sri Lanka (eski İngiliz sömürgesi Seylan) gibi ülkeler var.

Bir de çay kültürü listesi var ki çay denince dünyada akla gelen ülkelerden oluşmakta; meşhur beş çayı hikâyesiyle İngiltere, sonrasında Türkiye, Rusya ve elbette Çin, Hindistan, Japonya, Sri Lanka. Çay kiminde sütle, kiminde limonla sunulmakta. Genelde süt gibi ilaveler daha sert çaylarda burukluğu kırıp, aromasını öne çıkartmak için kullanılmakta.

ÇAY ÇEŞİTLERİ

Tüketim olarak siyah çay daha çok Batı dünyası ile Orta Doğu’da görülürken; Çin, Japonya gibi Asya ülkelerinde yeşil çay öne çıkmakta.

Portakalın Bilgeliği

Dünyada belli başlı üç çay tipi var; siyah, yeşil ve beyaz olanı. Bütün hepsi Camellia sinensis adı verilen çay bitkisinden elde edilmekte. Beyaz olanı daha çok tomurcuk ve yapraklarından üretilmekte olup daha nadir. Siyah ve yeşil çay bitkinin yapraklarından elde ediliyor. Siyah çay daha yavaş kurutulup oksijenle tepkimeye girmesine izin veriliyor. Yeşil çayda ise yapraklar toplanır toplanmaz kavrulup kurutuluyor. Bu yüzden antioksidan miktarı daha fazla.

Hangi çay olursa olsun, yapraklar muhakkak elle toplanıyor. Tabi bir de aromatik çaylar var; belli aşamalarda çayın içine baharat veya meyve gibi tatların eklendiği. Bundan sonrası artık damak zevkine kalmış...

DARJEELING

Dünyanın en kaliteli çaylarından biri Darjeeling; ‘Çayların Kraliçesi’. Bazen ‘Çayların Şampanyası’ diye de anılıyor. Hindistan’da Nepal yakınlarındaki dağların doruklarından elde ediliyor. O kadar dik ki yamaçlar; nerdeyse yeryüzüyle 80 derece dik açı yapıyorlar. Yani ayakta durmanın bunca zor olduğu bir yerde gün boyunca yağmur demeden çamur demeden çay topladığınızı düşünün. Karşılığında çıkan ürün muazzam ancak bu işin geliri bir hayli düşük.

Çay toplama işlemi, dünyanın neresinde olursanız olun çoğunlukla kadınların elinde. Karşılığında genel olarak az yevmiyeler alıyorlar. Kendisiyle henüz tanışmadım, ancak Ebru’nun sevdiğim özelliklerinden birisi gittiği yerde kadınlara destek olup, Kadın Kooperatiflerini sıklıkla ekrana taşıması. 

Portakalın Bilgeliği

Çay deyip geçmeyin, öyle kolay gelmiyor sofralarımıza, her aşamasında emek var. Yeri geliyor, kalite adına günde 600 tane çayın tadına bakabiliyor eksperler. Karışmaz mı tatlar, dediğinizi duyar gibiyim. Zaman içinde damak eğitilirmiş, insan vücudu gerçekten müthiş bir organizma.

ÇAY SEREMONİSİ

Yıllar önce, kazandığım bir sınavla şahsıma Japonya yolları açıldığında sormuşlardı: “Japonya’nın nesi ilginizi çekmekte?” Tereddütsüz ‘kültürü’ diye cevap vermiştim. Hâl böyle olunca, davet edildiğim etkinlikler “kültür” ekseni çerçevesinde gelişmişti.

Portakalın Bilgeliği

Bunlardan biri Japonların meşhur çay seremonisi. Gençtim, içeriğini pek anlamamakla beraber, her daim ritülleri sevdiğimden hayli eğlenceli gelmişti. Son derece yavaş olan bu seremoninin (Sadou) pek çok anlamı var elbette; ben sadece genel dokusundan bahsetmek isterim. 

Seremonin aslı son derece sade döşenmiş çay evlerinde gerçekleşir, alçakgönüllüğü simgeleyen çok alçak bir kapıdan geçerek girilir. Yaklaşık 2 saat sürebilir, konuşmanın olmadığı ritüelin esası ‘bilinçli farkındalığa’ dayanır. Yani ne yapıyorsan sadece onu yapmak ve hatta O eylemin kendisi olmak. Kökenleri Zen Budizmine dayanıp, “çaya giden yol” gibi mistik bir anlam taşır. Zaten çayın Japonya’ya girişi 12. Yüzyıl civarı Budist rahipler aracılığıyla olmuş.

Bu arada hatırlatayım çay seremonisi eğitimi yıllar boyu sürebiliyor.

ÇAY OTELİ

Biz çayı şimdilik sadece içiyoruz, bir çok ülkede çay bitkisinden dondurma, kurabiye yapılmakta; yemeklere bile baharat gibi ekleniyor. Turizmi farklılaştırmak adına çok değişik konseptler uygulayan birçok otel duydum; buzdan otel, çölde otel, hatta denizin ortasında inşa edilmiş otel. Pekiyi, Sri Lanka’daki çay oteline ne demeli? 

Portakalın Bilgeliği

Şüphesiz ilkin çay ikramıyla karşılandığınız otelde, çay üretiminin toplamayla başlayan her aşamasına tanık olup ikindin beş çayıyla güne güzel bir “es” verip, akşam çay bitkisinin yapraklarıyla yapılmış veya katkı olarak kullanılmış bir sürü lezzeti tatmanız da mümkün.

BEŞ ÇAYI

Beş çayı demişken, aslında beş çayının kökeninin sandığımız gibi İngiltere değil Portekiz. İngiltere sarayına gelin gelen Portekiz Kralının kızı Catherine de Braganza 1650’li yıllarda II.Charles ile evlenir. Gelinin yanında poşetler içinde olan çay zamanla popülerleşip çay partilerine dönüşür. Aristokrasinin hızla benimseyip taklit ettiği bu partilere, sonraları VII. Bedford düşesi Anna, sık sık acıktığı için küçük atıştırmalıklar ekler.

Bugün Londra’ya gittiğinizde, bir çok otelde ünlü beş çayı konsepti halen küçük sandviçler, kekler eşliğinde sunulmakta.

YERLİ MALI YURDUM MALI

Bizim çayımıza gelince; Türklerin çay kültürü hayli yeni. Cumhuriyet dönemi ile başlıyor, şaşırdınız değil mi? Ben bile hayret etmiştim. 1800’lü yıllarda Bursa civarında denenen çay Osmanlı topraklarında maalesef pek heyecanla karşılanmıyor. Türk kahvesi ve kahvehaneler esas olanı.

Cumhuriyet döneminde, faklı bir manzara ile karşılaşıyoruz, pek çok toprak kaybedildiği için kahve hayli pahalanmış, ayrıca Ruslar Gürcistan topraklarında çay yetiştirmeye başlamışlar ki Karadeniz bölge halkı bu bitkiyle gel zaman git zaman aşina olmaya başlamış. Zaten çay kültürümüze baktığınızda az biraz Rusya’yı andırdığını görürsünüz.

1940’larda verilen çay makinesi siparişleri araya savaş girmesiyle gecikince, ilk fabrika ancak 1947’de açılabiliyor. 1950’lerden sonra çay tüketimi hızla artıyor. Çok kısa bir sürede bizim sofraların vazgeçilmezi haline geliyor. 

Portakalın Bilgeliği

Türk çayı kalite açısından maalesef ilk sıralarda değil, aromasını hayli geç veriyor, 15 dakika kaynatılan başka çay yok dünyada. Ama kime ne. Bizim çay başka, çayın bizim için olduğu kadar anlam taşıdığı başka kültür var mı? Çay dostluk demek, misafirperverlik demek, paylaşım demek; yazın hararetinizi alır, kışın sizi ısıtır. Vapurda yalnızlığınıza eşlik eder, sabah sofraları onsuz olmaz. Her derde deva. Simit* ile de buluşmuşsa hele...Değmeyin keyfimize.

Rivayete göre çay içen ilk Türk olan Hoca Ahmet Yesevi çay için “Hastalarınıza içirin, şifa olsun,” demiş. Başka söze ne hacet. Her dem olsun. Şifa olsun...

*Simidin tarihi ise bizim topraklarda çaydan daha eski. 16-17.yüzyıllarda simit üreten fırınların olduğunu yazıyor tarihçiler.


BİR TUTAM BAHARAT

Baharatlarla aranız nasıl?

Portakalın Bilgeliği

Baharat denince tuz-karabiber-kırmızıbiber üçlüsünden başkasını tanımayıp yolunuz Baharat Çarşısı’na düşünce aklına gelenlerden misiniz? Yoksa değişik tatlar peşinde her yerden ve her çeşitten baharat toplayanlardan mı? Hiç fark etmez, Ebru Erke’nin Baharat Yolculuğu belgeselini hararetle tavsiye ederim.

Programda, dünyada baharat yetiştirmesi veya kullanmasıyla ünlü yerleri görmekle kalmayıp, birçok baharatın öyküsüne bile tanık oluyorsunuz. İçinde seyahat, baharat ve dolayısıyla yemek var, daha ne olsun?

BAHARAT YOLU

Baharat bu, tarih boyunca uğruna yollara düşülmüş, hatta güç savaşlarına yol açmış. Bilinen tarihte, Doğu’da sofraları çok uzun yıllardır süslemesine karşın, Batı’ya girişi Orta Çağ zamanında olmuş. Hayli pahalı olan baharat Orta Çağ’da sadece soylu sofralarını süslüyormuş. Bir kolu İpek Yolu olarak da anılan Baharat Yolu, Hindistan’dan Avrupa’ya uzanarak baharat ticaretini mümkün kılıyormuş. Ta ki Batının baharat üreten ülkelere denizler aracılığıyla farklı yolları keşfetmesine değin.

İnsanoğlu bilgi biriktiren ve aktaran muhteşem bir varlık. Baharat dünyasına şöyle bir detaylı girince girince atalarımıza çok şey borçlu olduğumuzu gördüm. Kimi bitkilerin meyvesini (vanilya, kırmızıbiber, karabiber...), kimilerinin yapraklarını (biberiye, fesleğen, kekik, nane...), kimi bitkilerin köklerini (zerdeçal, zencefil...), kimi bitkilerin gövdelerini (tarçın...), kimi bitkilerin ise tohumlarını (çörek otu, susam...) baharat olarak kullanıyoruz.

İnsanlar yüzyıllar içinde deneye yanıla bu bilgilere erişmişler, bazen karanfil örneğinde olduğu gibi; bir bitkinin hem çiçekli tomurcuğu hem dalından ayrı ayrı faydalanılabiliyor. Ne müthiş. Bizim sofralarımızda gördüğümüz karanfil, daha çok çiçekli tomurcuğun kurutularak çeşitli işlemlerden geçtikten sonraki hali. Bazılarını ise hem bitki hem bitkiden elde edilen toz olarak kullanabiliyoruz (zerdeçal, zencefil, tarçın...)

Bazı baharatların soframıza kadar olan yolculukları sadece topraktan toplamak kadar basit bir işlem olabiliyorken (çeşitli otlar), tarçın gibilerinin hayli meşakkatli olabiliyor. Ağaç gövdesinden elde edilen tarçının her bir işlemi (kesmek, bağlamak, kurutmak....) hayli zahmetli ve özel bir uzmanlık alanı gerektiriyor.

Portakalın Bilgeliği

ÖNEMLİ BAHARAT NOKTALARI

Tanzanya’nın hemen karşısındaki Pemba adası karanfilleriyle, Sri Lanka tarçınlarıyla, Fas beş çeşit nane ve diğer baharatlarıyla, Hindistan’ın Kerela bölgesi pek çok baharatıyla dünyada öne çıkan noktalar. Elbette Anadolu’nun birçok yeri bu konuda oldukça zengin. Zahter, sumak, birden fazla çeşidiyle fesleğen, nane, kekik, defne, biber ...Say say bitmez.

Genelde yemekleri tatlandırmak için kullanırız baharatları, doğru. Sıcak bölgelerde vücudun nemini muhafaza ederler, aynen Güneydoğu bölgemizde sıklıkla tüketilen isot gibi. Çok eskiden buzdolabı yokken, yemeği daha uzun süreli muhafaza etmemizi sağlarmış. Bu konunun uzmanı Hintli bir kadının aktarmış oldukları hayli ilginç; “Baharat var yemeği güçlendirir, baharat var yemeğin gücünü keser. Bir yemeği yedi farklı baharatla her gün pişirebilirim, her gün başka yemek yemiş gibi olursunuz. Herşeyden önce ilaç...”

Evet, herşeyden önce ilaçtı, ancak endüstriyel ilaçlarla biz bu değerli bilgiyi unuttuk. Çocukken hatırlarım soğun algınlığında adaçayı-nane, mide sancısında dağ kekiği verirlerdi bize. Nasıl katkısızdı güzelim Toros’lardan gelen bu bitkiler. Şimdilerde Ayurvedanın kapsamlı uygulandığı Sri Lanka gibi ülkelerde halen birçok rahatsızlıkta baharatlara sıklıkla başvurulmakta.

BİR TUTAM BAHARAT

“Gastronom sözcüğünün içinde astronom saklıdır...” der çok sevdiğim ‘Bir Tutam Baharat’ filminin önemli sahnelerinin birinde. Film; İstanbul’dan Atina’ya taşınmak zorunda kalan, yıllar geçtikçe ünlü bir ahçı olan Fanis’in öyküsünü anlatır. Fanis büyükbabasından aldığı bilgelikle müşterileri için yemekleri baharatlarla tatlandırır, ancak ya kendi yaşamının tuzu biberi? Yıllar sonra İstanbul’a döndüğünde bu sorunun cevabını bulmaya çalışır.

Yukardaki sözler şöyle devam eder;

“Biber sıcaktır ve yakar, Güneş’tir,

Yaşamımızın ve yemeğimizin lezzeti için tuza ihtiyacı var, Dünya tuzdur,

Tarçın hem tatlı hem acıdır, tıpkı bütün kadınlar ve onların en güzeli olan Venüs gibi...”


BİR TARİF

Kan şekerini dengeleyen tarçınlı bir tarifle bitireyim. Normal zamanlarda sabah-öğlen-akşam her öğün tüketebileceğiniz, hazırlaması son derece kolay, sağlıklı bir atıştırmalık.

200 ml (yaklaşık 1 bardak) yoğurdun içine tercihe göre bir veya iki muzu ezin (püre haline de getirebilirsiniz), içine 1 kaşık bal, 1 kaşık aloe vera suyu (bitkisi satılıyor birçok yerde) ve 1 çay kaşığı tarçın ekleyin. Karıştırıp afiyetle yiyin. 5 aydır yaklaşık her gün yediğim bu karışımın, tatlıya karşı olan aşırı iştahımı azaltıp dengelediğini belirtebilirim.

Bana kalırsa baharat kullanımı damak tadına göre değişir; ancak esas olan miktar. Ana yemeğin tadını bastırmaktansa desteklemeli diye düşünmekteyim. Bazen baharat çokluğundan veya yoğunluğundan ne yediğinizi bile anlayamayabiliyorsunuz; et mi tavuk mu balık mı? Yani uzun lafın kısası baharatı baharat yapan bence dozu. Bir tutam olması.

Belgesel ve kendi bilgilerimden derlediğim bu yazı umarım sizin şahsi baharat yolunuzu açar, keyifli yolculuklar...


Portakalın Bilgeliği © all rights reserved
made with by Alpha