Ad

 

GÜNCEL

MİSTİK ÖYKÜLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MİSTİK ÖYKÜLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Arzulamamanın Hafifliği

 Ne zamandır mistik bir öykü paylaşmadığımı fark ettim.

Bu zamansız, evrensel, genel geçer doğruları ders vermeden anlatan hikâyeleri her zaman çok sevmişimdir.

Büyük Sufi mistiği Beyazıt Bestami hakkında anlatılan öyküde, üstatın “yakınlık makamı”na ulaştığında “Bir şey iste!” diye bir söz işittiği rivâyet edilir.

Yakınlık makamı ne diyecek olursanız, hakkınız var derim. Ben de yeni öğrendim. Yakınlık hâli, sessizliğe girildiğinde, düşünceler buharlaşıp uçarken, kafadaki sesler yok olurken, düşünceleri insanı bir bir terk ederken, tam kaybolmanın kıyısındaki hâliymiş meğer.

Beyazıt sözü duyunca “Benim bir arzum yok,” diye yanıtlar.

Ses yineler: “Bir şey iste!” Beyazıt tekrar, “İsteyecek birşey yok, çünkü hiç bir arzum yok,” diye cevaplar. Ses ısrar eder “Bir şey iste!” “O hâlde sadece Seni istiyorum.”

 O zaman ses şöyle der; “ Beyazıt’ın varlığından bir tek atom bile kalsa, bu mümkün değildir”.

Beyazıt anlar, kaçırmıştır. Neler olduğuna bakar. Geri dönmüştür, arzu olunca geri döner insan, zihin geri döner. Önceleri Beyazıt’ın Tanrı’ya kavuşmayı arzulamasının iyi bir şey olduğunu düşünmüştüm. Oysa arzunun arzu olduğu ve hâl böyle olunca insanın neyi veya kimi arzuladığının pek önemi olmadığını öğrendiğimde- aslında tekrar hatırladığımda- hayret ettiğimi hatırlıyorum. “Sadece seni istiyorum” dediği an, 'Ben' geri döner. 'Ben' varsa 'Sen' olur ve insan dualite dünyasına geri döner," diye muhteşem yorumuyla devam eder büyük üstat Osho.

Beyazıt dersini almıştır. Günlerden bir gün yine “yakınlık makamına” girer. Ses tekrar işitilir; “Bir şey iste!”. Bu sefer Beyazıt sessiz kalır. Ses ısrar etmeye devam eder. Beyazıt “isteyecek hiçbir şeyim yok” bile diyemez. Çünkü Beyazıt orada değildir, orada hiç kimse yoktur, neyi  isteyebilsin, nasıl cevap verebilsin? Sessizlik bozulmadan devam eder. Ve derler ki Beyazıt nihai atlamayı yapar. Üstatlar buyurur;  ancak kendini kendi içine bırakırsan, ancak “Ben” diyebilecek hiç bir merkez kalmadığında, ancak kendi varlığının içinde yok olduğunda Tanrı’yı bilebilirsin.

Zaten ses de bir zamanlar öyle dememiş miydi?  “ Beyazıt’ın varlığından bir tek atom bile kalsa, bu mümkün değildir”. Şöyle anlatılır; zorluk Tanrı’yı bulmakta değil, kendini kaybetmektedir. Bir buz kütlesinin eriyip akması misâli.

Kıssadan hisse...    


Osho- 'Sufizm Üzerine Konuşmalar' kitabından alıntı

Hoşgeldin 2022

Hint Tanrısı Şiva ile Tanrıçası Parvati’nin 2 oğlu varmış. 


Bu iki evlat anne ve babasının ilgi ve sevgisini çekmek için kıyasıya yaraşırlarmış.

“Hangimizi daha çok seviyorsunuz?”

“Beni mi daha çok seviyorsun yoksa kardeşimi mi?”

Gel zaman git zaman anne ve baba bitmeyen, azalmayan kıyasıya bu rekabetten hayli sıkılmışlar. Sabırları dolmak üzereyken her iki oğlanı da huzurlarına çağırmışlar. Bunu duyan ahali yerinde durur mu? Hemen kabul salonunda yerlerini almışlar, pür dikkat olanları izlemeye koyulmuşlar.

Şiva her iki oğlunu da karşısına alarak;

“Artık yeter, büyüdünüz. Bu sorununuzu kalıcı olarak çözmenin vakti geldi de geçiyor bile.”

Oğlanların gözleri merak ve hayretle büyümüş. Şiva ciddiyetle devam etmiş;

“Kim ki Dünyanın etrafını üç kez dolaşıp buraya ilk döner, O en sevdiğimiz oğlumuz olacak.”

Bunu duyan ilk oğlan- kazanacağından oldukça emin- miskin kardeşine bir göz atmış. Ve hızla yola koyulmuş, çevik bir hareketle fırlayıp gözlerden kaybolmuş.

Ahali şaşkın, ikinci oğlanda tık yok. Şaşkın bakışlar altında yavaşça yerinden kalkmış ve anne babasına yaklaşmış. Herkes nefesini tutmuş olanları izlemekte. Anne ve babasının etrafında tam 3 kez döndükten sonra, “Bana Dünya’nın etrafını 3 kez dönmemi söylediniz, ben de bunu yaptım; çünkü benim dünyam sizsiniz” demiş... 

Kıssadan hisse, kibir belki de yaratıcılığımızın önündeki en büyük engeldir, ne dersiniz?


 Sizlerle yeni yıl dileklerimi bu hikâye üzerinden paylaşmak isterim;

1- Öncelikle yaratıcılığımızın tavan yaptığı bir yıl olsun. İlham perilerimiz hiç eksik olmasın.

2- Dünyamız olan insanların değerini bildiğimiz ve bunu gösterebildiğimiz bir sene olsun.

3- Bütün insanlık olarak evrenin merkezinin biz olduğu yanılgısından derhal ve acilen sıyrılalım. Ekosistemin parçası olduğumuz gerçeği aklımızdan hiç ama hiç çıkmasın...

Siz neler gördünüz bu öyküde insanlığa, bize, size, 2022’ye dair? Paylaşır mısınız?

Ne demişler kıssadan hisse...


Sevmek...

"Sevmek bu kadar güzelse, kim bilir sevmeyi yaratan ne kadar güzeldir." Şems-i Tebrizi 

Onu dinlemeye gelenlere Üstat: “Kıyıya sürüklenen balıklar nasıl ölüyorlarsa, maddeye saplanıp kalanlar da aynen öyle ölürler. Gerçekten yaşamak istiyorsanız, ait olduğunuz yere, kalbinize dönün” der.

Dinleyicilerden biri itiraz eder: “Ne yani, bütün işimizi gücümüzü bırakıp manastırlara kapanıp ruhaniyet ile mi ilgilenelim? Aydınlanmayı mı bekleyelim?”

Dingin gülümsemesiyle cevap verir üstat “Hayır”, der, “işinize dönün ve sevmeyi öğrenin”.

Pekiyi nasıl sevmeli? Başka bir hikâyeyle devam edelim o zaman.


Bir zamanlar ülkesini sevgiyle yönetmeyi dileyen bir hükümdar varmış. Vezirlerine akıl danışmış. Onlar da yaşlı bir bilgeye yönlendimişler. Kral günü gelmiş, tedbil-i kıyafet yola çıkmış.

Vardığında yaşlı bir adamın bahçeyi kazdığını görmüş. Sorusunu sormuş. Hiç cevap alamamış. Onun zayıf ve titrek haline dayanamayıp bütün bahçeyi var gücüyle kazmış. Bakmış bilgeden hâlâ yanıt yok; “Sorumun cevabını bilmiyorsan dönüyorum, “demiş. O sırada bahçeye yaralı bir adam gelip yığılmış. Kral hemen adamı bilgeyle beraber içeri taşımış, yaralarını iyi etmiş. Gece boyu ateşini kontrol etmiş. Ertesi sabah kendine gelen adam “Kralım beni affedin, size pusu kurmuştum, ancak adamlarınız anladı, yaralandım, kaçtım sığındım buraya, siz ise benim hayatımı kurtardınız, eski bir düşmanı affetmeye hazır mısınız?“demiş. Kral adamı affetmiş. 

Bilge gülerek yanıtlamış; “Sorularının cevabını aldın bile, “demiş. “Eğer bana yardım etmeseydin, tuzağa düşürülüp öldürülecektin, sonrasında yaralı bir adama yardım ettin. Eğer onu iyileştirmek adına geceyi burada geçirmeseydin, seninle barış yapamadan ölecekti. Gördüğün gibi, en önemli insan tam o esnada karşında olandır. Eylemlerin en mühimi de başkalarının iyiliği için yapılandır.”

O gün bu gündür kral ülkesini bilge birine yaraşır şekilde yönetmiş...

Temennim 2021 yılının sevmeyi hatırladığımız bir yıl olması...

Hamiş: Öyküler Işık Menderes'in "İmdat, Üstat Aranıyor!" adlı kitabından alınmıştır. 

NAZAR ETME NE OLUR

“Yolculuğumuz, hayata daha derinden dahil olmakla ve buna daha az bağlı olmakla ilgili.” Ram Dass

Portakalın Bilgeliği

Bir yerlerde okumuştum, İslam’da kıskançlığın mertebeleri varmış. Tabi hepsinin kökeninde bir şeylerin yetersiz olduğu, eksik olduğu duygusu var aslında. Yani her türlüsünden kıyaslama.

Zaten insan belli başlı şu iki şeyden çok çeker; ya sahip olduğu şeyleri kaybetme korkusundan veya istek ve arzularına sahip olamama endişesinden.

Gelin şimdi lâfı daha fazla uzatmayayım, bu mertebelere bakalım;
1. Hased: Bende yoksa onda da olmasın.
2. Buhûl: Bende var ama onda olmasın.
3. Şuhl: Benim yok, onunki benim olsun.
4. Gıpta: Onda varsa bende de olsun.

Bundan sonra işlerin rengi biraz değişip, sanki daha olumlu bir havaya bürünmekte.
5. Sehavet: Benim varsa onun da olsun.
6. İsar: Benim değil de onun olsun.
7. Cud: Bende yoksa bari onun olsun (yokluk mertebesi)
8. Fakr: Onda yoksa bende de olmasın.

Buraya kadar herşey iyi güzel, beni çok etkileyen bundan sonraki kısmı aynen alıntılıyorum.

“Bu mertebeler her ne kadar kötüden iyiye doğru sıralanıyor gibi görünse de, ahlâk düşüncesine göre hepsi inanç açısından sorunludur. Çünkü Tanrı’nın malı, serveti ve ilmi dengesiz dağıttığını, yanlışlık yaptığını imâ eder."

Nasıl derin bir manâ, nasıl 'her şeyin yerli yerinde tam da olması gerektiği gibi olduğu' inancının altını çizmekte, gel de Merkez Efendi’yi anımsama :) Bunun yanında “Abi ben kıskanmam, olsa olsa gıpta ederim” lâfı bile havada kalıyor.

Öbür türlüsü yani her gün yaptıklarımız ne büyük bir kibir, nasıl farkında veya olmadan başkalarını sahip olduklarına bakarak yargılayıp, sahip oldukları üzerinde hak iddia ederek başkalarının yaşam döngülerine düşünsel, duygusal, enerjik ve hattâ bazen fiziksel olarak müdahale edebiliyoruz?

PARADOKS

Yukarda yazmış olduklarım, aklıma başka bir üstatın ünlü bir sözünü getiriyor;

“Yolculuğumuz, hayata daha derinden dahil olmakla ve buna daha az bağlı olmakla ilgili.”
~ Ram Dass

Ne kadar az ve öz ancak hakikatin sırlarını aralayan bir cümle. Oysa sanırız ki, bizler birşeylere sahip oldukça, sıkı sıkıya tutundukça o şeyi derinlemesine bilebiliriz. Hayat tezatlarla dolu, bir şey ne sadece iyi ne sadece kötü, hem iyi hem kötü, aynen hem karanlık hem aydınlık, hem dişil hem eril olduğu gibi. Bunun gibi bir şeyi derinden yaşamak için illâ sahip olmak, bağlı olmak gerekmiyor, bilâkis bağlı olmak o şeye prangalarla bağlar bizi. Özgürlük alanının olmadığı yerde derinleşmek ne kadar olası?

Maalesef ömrümüz “sahip olma” ekseninde geçiyor. Bütün enerjimiz, zamanımız onun çevresinde dönüyor. Oysa hiçbir şeye gerçek anlamda sahip değiliz, verilen her şey (doğa, vücut, mal-mülk, aile,  zekâ...) bize sadece birer emânet.

Her şeye bu çerçeveden bakabilsek yani “emânet” oldukları bilinciyle, gidecek olanlara (mal, eşya, kişi, iş, aşk...) sanırım daha kolay izin verirdik. Eğer tam anlamıyla güvenseydik yaşama ve onun getirecek olduklarına; yeni gelenlere yer açmak için bunca direnmezdik. Yani gerçek anlamda akışta olurduk.

Hoş zaten biz izin versek de vermesek de hayat bildiğini okuyor; gelen geliyor, gidecek olan gidiyor, bizler sadece gereksiz yere çırpınıyoruz son demine kadar; ruhumuza, bedenimize ve zihnimize ilâve yükler çıkararak...

Pekiyi, bir yandan bu bağlılığı (attachment) azaltıp öte yandan giderek hayata karşı derinleşmek nasıl mümkün? Farkındalıkla. Derinlik zannnettiğimiz gibi bağlanmaktan ileri gelmiyor, derinlik farkındalıktan ileri geliyor. Gelen her ne ise onunla geçirdiğimiz zaman boyunca onu anlayış ve sevgiyle onurlandırarak oluyor (bu dinlemekten özen göstermeye, söz tutmadan özveride bulunmaya, güzel kullanmaya, karşılıklı beslenmeye kadar birçok eylemi içerebilir).

Ne diyelim nasip olsun dileyenlere. Nazar etme ne olur, yürekten dile senin de olur :)


MİSTİK ÖYKÜLER

Bir varmış bir yokmuş...Meğer gerçek ile kişi arasındaki en kısa mesafe hikâyeymiş...

Portakalın Bilgeliği

Vaktiyle bir kişi aydınlanmak (hidayete ermek) ister. Nasıl bir iştir, nasıl olacaktır? Ona sorar, buna danışır, derler ki, falanca köyde bir bilge var. Kimse bilmezse bile O bilir. Heyecanla soluğu alır köyde, aranır taranır, bilge nehir kenarında gözleri yarı kapalı sessizlik içinde oturmakta.

Derdini anlatır, bilge huşû içinde dinler, sonrasında ne oluyor demeye kalmadan bilge kafasını tutuğu gibi suya daldırır, bizimkisi önce şaka sanır, sonra can havliyle çırpınır.

Ne zaman sudan çıkarılır kafası, kendisine gülümseyerek bakan bilgeyi görür;

“Ne düşündün suyun altındayken?”

“Nefes alabilmekten başka bir şey düşünmedim”

Bilge yanıtlar;” Ne zaman Tanrı aşkı için de aynı şekilde düşünürsün, Tanrı’dan başka birşey düşünemezsin, gel o zaman sana anlatayım, şimdi değil,” diye yanıtlar.


TAPINAK

Vaktiyle Kral’ın biri çok ihtişamlı bir tapınak yaptırmak ister Tanrı adına. Yaptırır da, hiç bir masraftan, hiç bir emekten kaçınılmaz. Dünyanın her yerinden mimarlar, taş ustaları, heykeltraşlar getirtilir. Sonuç muazzam. Lâkin rüyasında Kral, Tanrı’nın bu tapınağın açılışına gelemeyeceği söyleyen bir melek görür, çünkü Tanrı başka bir tapınağa daha davetlidir.

Kral sukutuhayale uğrar, yalnız içini bir merak da alır. Nerdedir bu tapınak? Kim yaptırmıştır kendisinden daha görkemli bir tapınağı? Tebdili kıyafet yollara düşer.

Gel zaman git zaman yolu bir köye düşer, köylüler Kral’a haber verirler, “Bir bilge var köyün dışında yaşayan, adı Pulsalar, yıllardır Tanrı’ya bir tapınak yaptığını söyler durur, görmedik bilmedik ama kesin onundur”, diyerek Kralı tanımadan bilgeye yönlendirirler.

Kral bilgeyi gözleri kapalı dua ederken bulur, Tanrı burada bir tapınağın açılışına davetliymiş deyince, bilgenin gözünden yaşlar süzülür.

“Yıllardır, zihnimde O’na en güzle tapınağı yaptım, taşları tek tek yonttum, mermeleri cilaladım, çiçekler ektim. Ne mutlu Tanrı bana, bu tapınağı kabul ettiğini siz vasıtasıyla bildirdi...”

Kral’ın da gözleri yaşlarla dolar, “Elbette Tanrı benim gururla kibirle yapılmış tapınağıma değil, gönülden yapılmış bu tapınağa gelecekti” diyerek sarayına geri döner.

Öyküler lezzetli birer sofradır, dileyen dilediği kadarını alır :) Yaşam öykülerimiz dahil...

Portakalın Bilgeliği


KADININ FENDİ

Dünya değişir ve dönüşürken, erkeklere de hayli iş düşecek, benden söylemesi...

Şeyda'yı erkeği çok destekliyor

Madem dünyada her bir şey değişecek, biz dişilere epey bir iş düşecek. Sanmasın erkekler arkalarını yaslayıp rahatça oturacaklar. O zaman çok yanılırlar. Beyler, hayır, bu hareket çağrısı size rağmen değil, sizlerle. Elele kolkola. Hem de her bir aşamasında.

Peki neden dişiler gündeme geliyor o halde ve dahi artarak gelmeye devam edecek? Herkes üzerine düşeni yaparken, erkekler bu sefer biraz geri planda duracak, ön plan dişilere kalacak. Bu yüzden dişiler gerçekleştiriyor gibi görünse de “Dönüşüm”ü, erkeksiz olmaz. Olamaz. Birlik ve bütünlüğe aykırı. Onlar usulca içsel çalışıyor olacaklar. Nasıl mı? Anlatayım...

ERİL VE DİŞİL ENERJİLER

Dünyada her insan bir dişi ile bir ekeğin birleşmesinden üremiş, öyleyse içimizde hem eril hem dişil taraflarımız var. 7 Milyarın küsurun her birinde, bütün kadınların ve adamların içinde. “Eee bunu zaten biliyorduk, bilmediğimiz ne?” derseniz derim sadece durun hele.

Şimdi bunun mistik açıdan meali şöyle, içimizde eril ve dişil enerjiler mevcut. Eril enerjinin özü ne? Nedir sizce? Bir kavram olsa? Söyleyeyim “Sevgi”. Şaşırdınız değil mi? Ne yalan söyleyeyim, ilk duyduğumda ben de çok şaşırmıştım.

O yüzden hiç bir erkeğin sevgi peşinde koştuğunu gördünüz mü? Koşmaz. Çünkü Öz’ü, mayası bundan. Adem’in derdi değildir sevgi. Havva’nın derdidir. İnsan kendinde olmadığını düşündüğünün peşinde koşar. Anladınız mı pekiyi neden kadınlar sevgi avcısı şeklinde dolaşıyorlar uzun bir süredir? İçlerindeki eril ile hayli uzak düştüklerinden. Pekiyi hâl çaresi bu mu? Erkek avcısı olmak? Elbette değil...

180 derecenin öbür tarafına gelirsek, aynı minvalde, dişil enerjinin özü ne? Biraz düşünün. Nedir dişiyi dişi yapan? “Güç”. Yine bir hayret ifadesi oluşmuştu ilk öğrendiğimde bende. Anlamıştım şimdi neden dünyada erkekler deli gibi sanal dünyamızın sahte gücünün peşinde, ortalığı kırıp dökmekte! Kendilerinde eksik parçayı tamamlamadıklarından, içlerindeki gücün kaynağı dişil yan ile barışmadıklarından, özlerindeki gerçek ve otantik güçten uzaklaştıklarından...

YIN-YANG

Yin tarafı dişil taraf, karanlık olandır; Yang tarafı aydınlık, eril olan. Aman sakın ha, karanlık kötü diye algılanmasın, sadece insanoğlu anlamlandırmak istemiş dualiteyi, vajina penise göre içerde ve daha gizemli olunca “karanlık” vasfı ona düşmüş. Bundan hareketle Yin yani ‘Dişi’ alıcı konumda olandır, pasiftir, eylemsizliktir, aydır, kıştır, gecedir. Yang veya ‘Eril’ hareketlidir, eylemdir, gündüzdür, yazdır, güneştir.

Yin’in karanlık kısmı dişil olan vajinadır, rahim olandır. Yin'in içindeki beyaz nokta erildir, vajinanın bebeği dışarı atma hareketidir (doğurma). Bebeği emmeden kesme hareketi diye de düşünülebilir. Yang’ın beyaz kısmı erildir, “yapan, eden” penistir. İçindeki siyah nokta erilin içindeki dişil, yani spermi koruyan testislerdir.


MERT ERKEKLER :)

En başa dönecek olursak; dişi içindeki eril’i sahiplenecek, nasıl mı? Kendini severek başta, kendi sınırlarını koruyarak, sözlerini yükselterek (sesini değil), kendini ifade ederek. İtiraf edelim, bütün bunları bizim adımıza yıllarca erkeklerin yapmasını beklemedik mi? Özetle dişiler için aktif olma, eylem zamanı. Buyrun o zaman dişiler sahneye...

Pekiyi erkekler ne yapacak? ? İçlerindeki dişil yan ile buluşacaklar, içsel güçlerine kavuşacaklar. Bir de elbette yıllarca bastırılmış ürkek dişilere yol gösterecek, alan tanıyacaklar, “Sen yeter ki çiçek aç, benden her türlü destek”. Özetle erkekler için bolca içe dönme, kendilerine şefkat gösterme, yani pasif eylem zamanı. Dişiler için ellerinden geleni ardına koymamayı da unutmayalım.

Eminim şimdi netleşti, neden görünürde dişiler önde olmasına rağmen, dönüşüm yanyana, can cana gelecek dedim diye...

Bıktık “daha fazla plaza, daha büyük araba” diyen penis modelinden. Erkekliği bir organa indirgeyenden. Testis modeli erkeklere ihtiyacımız var, değil kadınlarla yarışmak, ‘buyur öne geç’ diye teklif edebilene. Maddi desteğiyle, yüreğiyle, teriyle, hiç olmadı düşüncesiyle koruyup kollayanına. Ezcümle MERT olanına. Verilecek her türlü desteğe hazırız zira.

Ben size demiştim, erkeklerin işi şimdi aslında hayli misli. Bilmem anlatabildim mi?

KELEBEKLER VE PERVANELER

Kral Süleyman’ı nasıl bilirsiniz?

Portakalın Bilgeliği

İnsan, hayvan, böcek olsun tüm mahlukattan gelen sesleri duyma yeteneğiyle kutsanmış peygamberin başından geçen öyküdür bu...

Bir gece şehirdekiler, kelebek sürülerinin uçarken çıkardıkları şamata ile uyanırlar. Yüzlerce, binlerce değil milyonlarca kelebek uçmaktadır. Bu gürültüyü herkesler duyar da, Kral Süleyman kayıtsız mı kalır? Açtırır sarayının kapılarını, misafir eder avluya beklenmedik konuklarını.

Kelebeklerin başı hazreti selâmlar ve başlar şikayetlerini sıralamaya;

“Ülkenizin şairleri ve yazarları sürekli pervanelerden dem vurmakta, sürekli renksiz kuzenlerimiz pervaneleri onurlandırmakta. Işığa olan aşkları, kör uçuşları. Onlar ışığın sevgilisi olarak anıla dursun, bizler için bir tane şarkı bile bestelenmedi, bir şiir dahi yazılmadı. Bu rengârenk kanatlarımızla görmezden gelindik, pas geçildik. Bizler de ışığı biliyor ve seviyoruz.”

Sultan Süleyman hünerli bir peygamber olduğu kadar adil bir hükümdar. Bu şikayeti görmezden gelemez elbette. Etraflıca düşünüp taşınır;

“Bir yarışma tertip ettireceğim. Sadece pervaneler ve kelebekler yarışacak. En güzel ışığı bulup şehre getiren kazanır. Kararı hayvanlar âleminden oluşan jüri verecek.”

Bunu duyan kelebekler neşe ile kanatlarını çırparken, pervaneler mütevazı bir duruşla;

“Yüce kralımız, zaten yolumuz ışığı bulma yolundan bizi kimse alıkoyamaz,” derler.

Yarışma halka duyrulur. Ve böylece arayış başlar.

Adeta bütün şehir nefesini tutmuş bekler; bir gün, iki gün, bir hafta derken kelebekler çıkagelir. Ellerinden sabun köpüğü kadar hafif, güneş kadar parlak bir ışık topuyla. Işık o kadar göz kamaştırmaktadır ki...Bu güzellik karşısında halkın sanki soluğu kesilir.

Kelebeklerin başı yine hazreti saygıyla selamlar:

“Nerede pervaneler? Geldiler mi? Ne getirdiler?”

Herkesi alır bi merak, pervaneler ortada yoktur. Kelebeklerle beraber halk da bekler pervanelerin dönüşünü. Lâkin haftalar geçer, pervaneler dönmez.

Kelebekler dayanamaz, “Yüce kralımız, pervaneler yarışmadan çekildiler mi yoksa? Neden geri gelmiyorlar?

Kral şefkatle gülümser; “Yarışma aslında hiç olmadı, bu oyun pervanelerin ışığın hakiki aşığı olduğunu göstermek içindi. Onu bulunca buraya dönmeleri için sebepleri olamaz. Pervaneler ışığı bulunca geri getirmeyi bırakın, ışık etrafında dönüp kendini yok edinceye kadar yakmak, ışıkta erimekten başka gayesi kalmaz. Geri kalan hiçbir şeyin önemi yok.”

Kıssadan hisse...Gerçek sevgi yaşanır, sözcüklere pek dökülemez, tanımı yapılamaz. Eylemlerde varlığını hissettirir. İçinden akıp coşar, engel koşul tanımaz, kendi egonu sıfırlar. Sadece O’na yakın olmayı diler. Her türlü prangayı silip atar ki sevgi özgürlüktür, özgürleşmektir.

Ancak özgür olan özgürleştirir.


YAŞAMIN SIRRI

“Hayatı en yüksek potansiyelimizde yaşamak en büyük cüretkârlıktır...” Anonim

Portakalın Bilgeliği

"Aaron, kendini derslerine adamış başarılı bir hukuk öğrencisiydi, münazara, analiz ve hitabet en büyük tutkusuydu. Derslerden kalan zamanının büyük kısmını varoluşsal meseleler üzerinde düşünmeye ayırırdı; “Nereden geldik, nereye gidiyoruz, şimdiki anda kalma nasıl mümkün olur, ölüm en büyük öğretmen mi?” Bunu yaparken, kendince daha zayıf olan yani biz sıradan insanların gündelik yaşamlarına bir anlam veremezdi. Aşk-meşk, akşama pişecek yemek mi, daha ne, kıymetli vaktini bunlarla harcayamazdı.

Aaron’un çok sevdiği ve hayli sessiz olan hocası, “sıradan insanların gündelik sorunlarını küçümsememesi gerektiğini” sıklıkla ona hatırlatırdı. “Bir gün” dedi; “onların arasına karıştığında hayattaki meseleler arasında hiyerarşi olmadığını göreceksin!”

Aaron hocasına güvenmekle beraber, bu zamanın hiç gerçekleşmeyeceğini düşünürdü, tâ ki....

Aaron günlük meseleleri küçümsediği ve bunlara zihninde yer açamayacağı için zekâsına güvenip günlük listeler tutar ve tüm bunları sırayla yazardı;

1- Giysiler ütü masasında

2- Ayakkabı yatağın altında

3- Aaron yatakta

4- Aaron kapıdan anahtarını almakta

5- Aaron evden okula doğru çıkmakta

Bir sabah yeni güne uyanan Aaron, son iki maddeyi eklemeyi unutur. Giysilerini giyen ve ayakkabılarını alan Aaron yatağa dönüp bakar ki 'Aaron yatakta' yazmakta ancak yatak boş. “Ben nerdeyim pekiyi?” diye çığlık atarak kendini dışarı atar. Hiç durmadan günlerce koşar ve bir köye varır. Köylülere “Ben nerdeyim?” diye sorar. Köylüler bu soruya anlam veremez. Aaron basit bir soruyu anlayamayan köylülere üzülür, köylüler de onun hâline.

İçlerinden biri ona acır, “Bende kalabilirsin. Ancak tek şartım var. Ahırda değerli bir atım var, satacağım güne kadar onu hırsızlara karşı bekler misin?”

Bir öğrenci olarak uykusuz geçen gecelere alışık olan Aaron teklifi kabul eder. Ona göre hayli kolaydır yapacağı iş. Kapının önünde oturup bekçilik yaparken yine varoluşsal meseleler üzerinde düşünür. O kadar dalgınlaşır ki, bu esnada atın götürüldüğü fark etmez bile.

Sabah olup çiftçinin kızgın suratıyla karşılaşınca hocasının lâfı kafasına dank eder, atı gözetlemek için uyanık ve tetikte olsa, zaten anda olacağını fark eder. Aslolanın her anı bütünüyle yaşamak olduğunu anlar, ölüm geliyor diye değil, sadece yaşam bunu hak ettiği için."

Kıssadan hisse...Meseleleri hiyerarşiye ayırmak, yaşamı kategorize etmek bence beyhude. "Hayatım ve ben" lâfı bile oldukça komik :) Sadece bir hayat var ve o da size nasıl görünüyorsa...

İRADE VE AKMAK - III

“Size ne dedikleri önemli değildir. Sizin neye cevap verdiğiniz önemlidir.” W.C. Fields

Portakalın Bilgeliği

Akmak...Ne güzel bir his...Hepimiz bir zaman diliminde bir şekilde yaşamışızdır.

Misâl John A’yı B’ye tercih etsin iradesini ele alıp, bütün dünya tersini söylese bile öylesine emindir ki. Sonrasında deneyimler yaşamı bütün getirdikleriyle. Bazen yükselir dalgalarda bazen alçalır. Ancak kalben müsterihtir. “A” ile gelene “eyvallah” demiştir bir kere. Hikâye elbette burada bitmez. Belki sonrasında C’ye gider, hattâ B’ye. Belki sonuna dek A’da kalır. Bilemeyiz.

Tersi olsaydı, çevresinin baskısı altında kalıp B’ye gitseydi; muhtemelen sürüklenecekti. Dünyanın geri kalanının yaptığı gibi kendini haklı çıkarmak için ya acısına duyarsızlaşacak veya rasyonelleştirecekti yaşadıklarını (zaten A’nın gözünün üstünde kaşı yok muydu :)).

O yüzden bir kişi B'den Z'ye bütün alfabeyi ziyaret edip (sürüklenip) yine de akmayabilir. Çünkü akmak hayatın getirdiklerini yaşamak değil, hayatın getirdiklerine karşı içsel olarak dirençsiz kalabilmek demek...

Aslında mistik ve dinsel öğretilerde herhangi bir sorun yok, sorun insanların bunları yorumlamasında. Hintlilerin dünyaya tekrar geleceklerine dair inançları “Nasıl olsa önümüzde upuzun zamanımız var,” diyerekten onları epey bir atalete ve hareketsizliğe sürüklemiş. Ben demiyorum, Hintli düşünür ve üstatlar bu gerçeği tesbit etmişler.

Oysa “Bir an önce gücümüzü ele alıp; bilinç basamaklarında hızlıca yükselip bir sürü insana uzun süre dokunalım, beraberce yaratıcılığımızın son raddesini deneyimleyelim, tâ ki Dünya cennet oluncaya değin” de diyebilirlerdi.

Aynı şey maalesef İslam dünyası için de geçerli, “Elinden gelenin en iyisini yap, sonrasını Yaradan’a ve hayata bırak” şeklinde yorumlanabilecek Tevekkül anlayışı, sığ bir kaderci anlayışa indirgenerek, insanların kurban bilinciyle sorumluluk almaktan uzak mazlûmu oynamasına yol açmış coğrafyamızda. Ellerinden gelenin en iyisini yapmaktansa (bu emek, cesaret, alın teri gerektireceğinden) kolayı seçmek her zaman albenili gelmiş ademoğluna.

En son olarak ne zaman aktığınızı ne zaman sürüklendiğinizi nasıl mı bileceksiniz diye sorarsanız “BİLMİYORUM” derim. Bunu en iyi siz bilirsiniz, vicdanınız bilir. Yoksa kim akmış, kim sürüklenmiş, kim hazır, kim neye layık, kim zihinde kim kalpte bunları söylemek haddim değil.

Aksi kibir olur ve kibir en büyük zehirdir...


İRADE VE AKMAK - II

"Hayatta öyle seçimler yap ki kazandığın şeyler kaybettiklerine değsin." Kricoff

Portakalın Bilgeliği

“Direnç gösterme diyen söylemler bizi pasifize ediyor”  şeklindeki yorumlara pek katılmıyorum. Akmak, yani direnç göstermemek içsel bir olgu, dışsal değil. Dilerseniz bir örnekle ilerleyelim...

Elif isminde arkadaşımızla proje geliştirecektik, bir şekilde sabote ettik, belki Elif’in potansiyelinden korktuk veya onu kontrol edemeyeceğimizden endişelendik. Onunla olan projemizi başlatmadık bir şekilde. Ertesi hafta havaalanına gidiyoruz takside:

Trafik lambasını gördük, geçtik gittik (hem fiziksel hem deneyimsel olarak)

Köşedeki okulu da gördük, geçtik gittik (hem fiziksel hem deneyimsel olarak)

‘Elif’ adında bir çay bahçesi gördük (fiziksel olarak geçip gittik ancak deneyimsel değil)

Aklımıza Elif geldi, kendi projemiz, pişmanlığımız, kendimizi ve projeyi sabote edişimiz, öfkemiz vs. Artık yol akıyor gibi görünse de biz akmıyoruz.

Aslında içimize aldığımız deneyimlerin çoğunun önü kesilmez. Kesilmeyi, tıkanmayı yaratan deneyime 'yapışmak'tır aynen yukardaki örnekte olduğu gibi. Zihinsel düzeyde izlenime takılıp kaldık. Artık yolun kalanını görmüyoruz bile, kalbimiz ve zihnimiz hâlâ Elif’te.

Olaya saplanıp kalma, yani “akamama” söz konusu. Pekiyi ama neden?

Korkuyla hareket ettiğimiz için geçmişe takılı kalırız. Yaşadığımız gerek toplumsal, gerek ailevi ve kişisel küçüklü büyüklü travmalar içinde bulunduğumuz anı perdeler. Hint dilinde “samskara” deniyor; bilinçaltımızdaki korkular, duygusal döngüler bir nevi ruhsal yaralara.

Bunlara şifa ve farkındalık getirdikçe yani kişi kendisiyle yüzleştikçe çözülmeler (olan biteni daha berrak görme, kalpte hafiflik hissi) yaşanır. İnsan özgürleşmeye başlar (kişinin özgürleştikçe iradesini ele alıp bilinçli seçimler yapabildiğini paylaşmıştım daha önce).

Artık enerjisi bu içsel yüklere gitmediği için ortaya çıkan olağanüstü enerjiyi dilediği gibi kullanabilir dış dünyada. Onu ağırlaştıran, yorgun hissetmesine yol açan kalıplardan kurtuldu nihayetinde.

Böylece, olayın tetiklediği tıkanmış enerjiyle değil, olayın ASIL kendisiyle ilgilenebilir...İçte direnç göstermeden dışarıya en güzel yanıtı (tepki değil) verebilir. Çözüm, karşı çıkma, redddetme...Artık o an için ne gerekiyorsa...


Hamiş: Gelecek yazımda “akan” ve “sürüklenen” (ve bunu sürekli rasyonelleştiren) davranış modellerine bakıyor olacağız....

İRADE VE AKMAK- I


“Bir varmış bir yokmuş, Tanrı bir gün insanlığa güzel bir hediye vermiş istemiş, iradeyi sunmuş...”

Portakalın Bilgeliği

Bana göre irade, Yaradan’ın kuluna yaratım işinde verdiği özel ve kutsal bir pay. Sözlük tanımı; “Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü” olan irade, külli irade ve cüz’i irade olmak üzere ikiye ayrılır.

Külli iradenin tanımı; “Yaradan dilediğini, dilediği zaman, dilediği şekilde yapar. O, bir şeyin olmasını istediğinde, kendisine engel olacak hiçbir güç yoktur” şeklinde. Cüz’i irade ise, Allah’ın kula verdiği, seçme yeteneği ve özelliği olup; insanı davranış ve eylemlerinden sorumlu kılan kısmı.

Hâl böyle olunca irade seçimleri, seçimler ise sorumluluğu getirmekte. Çoğunluk için sorumluluk emek demek. Kişinin gerçeklerle yüzleşmesi demek. Birçok insan sorumluluğu ele alıp seçim yapmaktansa ya hiç seçim yapmayıp sürüklenir veya kolaya, rahata, konfor alanına yönelir; hoşgeldiniz “kurban bilinci” :)

Seçebilmek için gerekli malzemeler ;) özgürlük, bilinç, idrak. Zaten Atatürk’ümüzün hedeflerinden biri değil miydi “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” yetiştirmek?

Kimilerine göre ilk başta karışık bir iş gibi gelebilir irade. Akmak ve sürüklenmek ayırt edilemeyebilir. Oysa akabilmek için irade “gerek ve şart”. Gerçekte irade, kalbi ve zihni hizalanmış insan işi. En isabetli seçimler ikisinin işbirliği sonucu çıkar ortaya.

Ancak bu ahengi yakalamak kolay değildir çoğu zaman; kalp ve zihin genelde sürekli çatışırlar. Biri “otur oturduğun yerde,” der diğeri “kalk gidelim, ne duruyorsun.” Hattâ bir adım ötesi, genelde neler söylüyorlar bilmeyiz bile; çünkü kulak vermeyiz ikisinin de dediklerine. Öğrenip içselleştirdiğimiz kalıplarla otomatikman hareket ederiz sıklıkla.

Spiritüel dünyada, bütün yüce kavramlar oldukça iç çiçe. Şaşırmamak elde değil. İrade, akmak, sorumluluk, seçmek, özgürlük... Aksi düşünülemezdi elbette. Hepsinin çıkış kaynağı BİR zira.

Gelin o zaman gelecek yazımda ufak bir yolculuğa çıkıp AKALIM beraber...


HİKAYELER

Kimler hikâye dinlemeyi sever?

Portakalın bilgeliği

Sanırım hemen hemen nerdeyse hepimiz. Küçüklüğümüzden beri masal dinleyerek büyüdüğümüzden olsa gerek... Gözlerimizi kapar, farklı âlemlere yolculuk yapardık. Yaratıcılığımızın konuştuğu anlar âdeta paha biçilmezdi. Zaman zaman kahramanlardan biri haline geldiğimiz de sıklıkla vaki olurdu. Hem sonrasında hepsinde son derece değerli alınması gereken bir ders vardı...

Şimdi birer yetişkin olduk. Değişen birşey yok. Hâlen hikâyelere bayılıyoruz. Bu yüzden eğitim dünyasında giderek daha çok kullanılan bir yöntem haline geldi hikâye anlatma tekniği. Kimse kendi üzerinden birşey öğrenmek istemiyor, “ego” ister istemez savunma stratejisi kuruyor. Anlatılan hikâye ise ders verilenin egosunu serbest bırakıyor, kişi istediği kadar kendini hikâyeyle özdeşleştiriyor ve istediği kadarını alıyor.

Zaten hayatta da öyle değil mi? Herkes bu dünyaya misafir ve herkes yine ancak almaya açık olduğu kadarını (mal-mülk, para-pul, bilinç seviyesi-farkındalık, sevgi-ilgi-değer...) alıyor günün sonunda... Şimdi sıra hikâyelerde...

SABIR

"Uzakdoğu savunma sporlarıyla uğraşan bir kişi hocasını görmeye gider, hocası ile karşılıklı çay içerlerken içeri gelen hizmetli bir zarf uzatır hocaya, uzaklardaki kızından mektubu vardır. Hoca zarfı bir kenara bırakır. Bu hareketi, öğrencisinin epey dikkatini çeker, ertesi gün derste dayanamayıp soluğu hocanın yanında alır:

- Hocam gösterdiğniz nezaket beni âdeta büyüledi, yanımda zarfı açmak istememeniz, ben olsam dayanamaz, anında açıp okurdum.

Hoca kibarca yanıtlar;

- Siz yanımda olduğunuz için böyle davranmış değilim, siz olmasaydınız da aynı şeyi yapardım, ne zamandır beklediğim bir mektuptu, ertesi gün tadına vara vara yapmak istedim sadece.

Öğrencinin hayreti katlanır;

- Bu nasıl bir sabır?

- Küçük şeylerde sabır gösteremezse kişi, büyük olaylar karşısında nasıl sergileyebilir insan?"

Kıssadan hisse....En ulvî sınavlardan biri değil midir zaten sabır? Belki sonuç ve fayda odaklı olmak yerine biraz süreç odaklı olabilsek, sabır yolunda tekâmülümüz hızlanır...

SÜREÇ ODAKLI OLABİLMEK

"Usta’nın biri kendisine gelenlere tek tek sorar;

-Bana ne için geldiniz?

Herkes farklı farklı yanıtlar;

- Bilgeliğiniz ve rehberliğinizden faydalanmaya geldim.

- Sığınmak için geldim.

- Beni kutsamanız için geldim.

- Günahlarımdan kurtulmaya geldim

- Kendimi senin vasıtanla tanıyorum.

- Geldim çünkü sen benim Gurumsun.

- Çünkü beni çağırdınız.

- Arınmak için geldim.

Küçük bir çocuk Ustaya dans ederek yanaşmış ve eğilerek 'Seni seviyorum ve seninle oynamaya geldim!' der.

Usta bir hayli güler, yanıt çok hoşuna gitmiştir. Böylelikle her iki çocuk arasında çok uzun ömürlü olacak bir bağ oluşur."

Hayatı çocuklar gibi bir oyun tadında görebilsek ne güzel olurdu? Neler değişirdi o zaman hayatımızda? Nasıl oyuncular olurduk? Hâlâ bu kadar sonuç odaklı olabilir miydik? Oyun oynarken bakın çocuklar tamamen o andadırlar. Anın getirdiklerini yaşarlar...

Sanırım yaşamı oyun gibi görebilmek hayata bakışımızla bir hayli alâkalı, “Hayat sizin için nedir?” desem nasıl tanımlarsınız, “Hayat zordur, sınavdır, haksızlıklarla doludur....”. Haydi ne duruyorsunuz, alın kağıdı elinize. Bakış açımızı ilk biz fark etmezsek, ilkin biz değiştirmez isek kim değiştirebilir? Şimdi de bakış açısına dair bir hikâye...

BAKIŞ AÇIŞI

"Picasso bir gün trende yolculuk ederken yanında oturan kadın ona bakar, gülümser ve şöyle der;

- Sizinle tanışmaktan çok memnun oldum, ancak resimlerinizi hiç beğenmiyorum. 

- Neden? diye sorar Picasso.

- Keşke biraz daha realist olsaydınız, diye yanıtlar Kadın.

- Ne demek istediğinizi anlamadım,” der Picasso. Kadın cüzdanından kocasının resmini çıkarır;

- Bakın göstereceğim, işte bu fotoğraf, kocamın fotoğrafı, işte mesela bu reel” der.

Picasso gülümseyerek yanıtlar;

- Bence kocanız çok küçük ve düz..."

Her olayda olumlu bir yan bulabilmek ne güzel...Daha mutlu olmaz mı insan? Sahi mutluluk nedir? Son hikâyemiz de mutluluğa dair olsun o zaman...

Portakalın Bilgeliği

MUTLULUK

"Usta’nın birine öğrencisi sorar;

- Mutluluk nedir hocam?

Hoca gülerek yanıtlar;

- Cahili ikna etmeye çalışmamak.

Öğrenci şaşkındır, onca sene sen gel meditasyon yap, inzivalara git, ruhunu terbiye etmeye çalış, bu kadar basit midir? Olacak iş mi?

- Hocam, emin misiniz? Bu kadar basit olamaz.

Hoca gülerek yanıtlar;

- Pekiyi..."

Kıssadan hisse...Ben hikâyelerde kendi gördüklerimi paylaştım, dileyen dilediği manâyı çıkarabilir elbette. Taktir sizin yorum sizin. Hikâye kavramının güzelliği, bilenler bilir işte tam bu noktada gizli...


YÜZLER

“Allah’a ulaşmanın sonu vardır, Allah’ı seyretmenin sonu yoktur.” Hz. Konevi

Birlik hali

Cümlenin anlattıklarını sezmiş, kelimelere dökemediğimden anlamlandıramamıştım. Beynimdeydi, dilime dökemiyordum. Yeter ki temiz niyetle dileyelim; umulmadık yerde karşımıza çıkar. Tesadüfen rastladığım aşağıdaki hikâyeyle vurgulanmak istenenin altı çizildi.


USTA YU

Vakti zamanında kasabanın birinde farklı bir ressam yaşarmış. Usta ressam sabahın ilk ışıklarıyla sokağa çıkar, pazardaki yerini alırmış. Sadece yüzler çizermiş; şaşkın, gülen, ağlayan, dalgın, sevecen, üzüntülü, birbirine hiç benzemeyen, ifadeleri son derece canlı resimler. Bakanlar adetâ gözlerini almaz, hayranlıkla seyredermiş. Çünkü resimdeki yüzler sanki kasabadaki gerçek yüzlerden bile daha gerçekmiş.

Görenler ona neden sadece yüz ifadeleri çizdiğini sorduğunda “Sadece bir yüz, ancak binlercesi, milyonlarcası bir o kadar farklı yüz. Her sabah uyandığımda yüreğim minnetle dolar, her gün yenilenen aynılığın farklılığı karşısında nasıl hayret etmem?” diye cevaplarmış.

Kasabalılar oldum olası biraz farklı buldukları bu dingin ve yaşlı Ustanın sözlerinin derinliği karşısında afallamakla beraber anlamak için bir çaba göstermezlermiş. "Üstat Yu işte," diye geçip giderler, günlük işlerin rutinine dalarlarmış.

Gel zaman git zaman kimsenin yaşını bilmediği, ölümün unuttuğunu sandığı Ustaları fenalaşmış. Ölüm bu, kimseyi teğet geçmez, ancak Ustanın kapısını tıklatmada epey tereddüt etmiş. Yine de kapıyı çalmış; “Biraz beklemen lazım, daha işim bitmedi” diye sakince cevaplamış Usta Ölümü. Ölüm böylesine sakin ve umursamaz bir tavırda karşılanmaya hazır değilmiş, hele ki Ustanın gözleri yok mu. Sevinçle parlayan bir çocuk gibiymiş. Ölüm soluğu Tanrı’nın yanında almış, herbir şeyi baştan sona anlatmış, Ustanın gözlerindeki saf neşeyi bile. Tanrı sormuş, “Seni bile irkilten kim olabilir? Böyle canlı yüzler çizen Ustayı derhal tanımak isterim”.

Tekrar yeryüzüne indiğinde, Ustayı kulübesinin önünde hazır bekler bulmuş. Ölüme, Ustayı pelerinine sararak nazikçe kanatlarına alıp, ait olduğu yere götürmekten başka şey kalmamış.

Derler ki o gün bu gündür Usta her bir bebek için yeni yüzler çizer, fırçasından hediye...

BİRLİK

Aynılığın farklılığı, ne güzel bir ifade, birlik hâli. Birlik hâli demişken aklıma yıllar önce yaşamış olduğum bir olay geldi. Üniversite öğrencisiyken, Türkiye’yi tanıtmak adına gitmiş olduğum bir ziyaret dönüşü Hint Okyanusu’nun üzerinde pilotun anonsuyla gözlerimizi açtık:

- Sizleri uyandırmak istemezdim, ancak manzaranın güzelliğini kaçırmanızı istemem, şimdi lütfen pencerelerinizi açın....

Asla unutamam o An’ı. Sağ tarafta gün ağarmış ve güneş havada parlıyor, sol taraf hâlâ karanlık, gökte ay ve yıldızlar...Öyle bir hat üzerinde uçuyoruz ki, gece ve gündüze aynı anda şahidiz. Öyle bir hat üzerinde uçuyoruz ki dünya inanılmaz bir küre dedirten. Öyle bir hat üzerinde uçuyoruz ki, pilotu bile hayretler içerisinde bırakan. Herkeste uyku mahmurluğu ve olağanüstü bir sessizlik, sadece “Aa, oo” şeklinde ünlem tadında ifadaler...

Usta Yu’nın fırçasından hediye...

BİRLİĞE GİDEN YOL

“Eğer herşey olması gerektiği gibiyse, neden kendimizi geliştirelim, bilincimizi açalım, farkındalığımızı artıralım? Neden basamak basamak çıkılsın?”

Öğrencimin sorusu beni deriden düşünmeye itiyor. Soruyu bikaç aşamada cevaplandırmak isterim, öncelikle basamak basamak çıkma bir benzetme, isterseniz kademe kademe derine inme, isterseniz 40 kat örtüden soyunma, isterseniz duvarları yıkma deyin adına, ne fark eder?

Yaşam oyunu seviye seviye, her seviyede alınan lezzet ve sorumluluk artıyor. Herşeyin ardındaki birliği görebilme güdüsü gittikçe kuvvetleniyor. Sistemin karmaşıklığını, gizemini ve bir o kadar da mükemmelliğini. Bir manzarayı beşinci kattan ve birinci kattan izlemek aynı olmasa gerek.

İnsanlar eşit olsalar bile kaliteleri farklı (en başta doğuştan gelen ruhsal asalet, edep, ahlâk, terbiye, görgü...). İnsan olgunlaştıkça (kâmil insan), çevresine yanstıığı ışık, duruş* ne derseniz artık adına farklılaşıyor. Misâl hiç bir usta ile tanıştınız mı? Aydınlandığı rivayet edilen biri Amerikalı biri Hintli iki üstat ile tanıştım. Sadece varlıkları bile o kadar güçlü bir etki yaratıyor ki...Bırakın konuşmalarını. Bu insanlar her anlamda besliyor, yukarı çekiyor, güçlendiriyor.


Bana gelince naçizane, yolculuğuma eşlik eden insanlar hayli değişti son on senedir. Herkesin istediğini istemezken, herkesin gittiği güzergâhın benim için anlamı pek kalmadı. Hayatın dokusu inceldi, daha bir rafine oldu, mucizeler, eşzamanlıklıklar çoğaldı. Hayat benle konuşur gibi, sezgilerim arttı. Matematiğe ve sözlere dökülemeyen dünya daha bir öne çıkar oldu. Hislerim güçlendi. Eskiden beri sessiz dingindim de şimdi daha bir “ben”im sanki.

Meyve dalından kopuncaya, Portakallar oluncaya kadar yola devam...Sonrası mı? Orası meçhul. Hele bir Ol'alım da...

Hamiş: Okurlarıma bir müddet yazamayacağımı bildirmek isterim. Kendinize iyi bakın.

* Presence

YOL GÖSTEREN KALP

- Beni ne kadar seviyorsun? dedi biri ötekine.

Gül Şeyda

- Çok dedi, öteki birine. Huzurlu oldum sevdim. Üzüldüm sevdim. Hayâl kırıklığına uğradım sevdim. Nutkum tutuldu sevdim. Şaştım kaldım sevdim. Umutlandım sevdim. Düş kırıklığına uğradım sevdim. Haksızlık gördüm sevdim. Hüzünlendim sevdim. Tükendim sevdim. Yattım kalktım sevdim. Bezdim sevdim. Gücendim sevdim. Çılgına döndüm sevdim. Hayret içinde kaldım sevdim. Anlam veremedim sevdim. Kızdım sevdim. Derinlere daldım sevdim. Duyarlı olup sevdim. Dalgınlaştım sevdim. Meraklandım sevdim. Özlem dolu sevdim. Sarsıldım sevdim. Tüm içtenliğimle sevdim. Beğendim sevdim. Etkilendim sevdim. İlhâm doldum sevdim. Coştum sevdim. Ya sen?

- Çok, dedi. Öyle sevdim ki. Bazen balkonda oturur, sadece hayâl meyal hatırlayabildiğim yüzünü gözlerimin önüne getirirdim, kalbim büyürdü âdeta. Varlığına şükrederdim. Böyle birisi de olabiliyormuş hayatta demek derdim. Nasıl hafiflerdim öyle anlarda, esen yel içimden geçiyormuşçasına. Bıyık altından gülümserdim yolda, kimseler anlamazdı. Canlı, capcanlı olurdum, kendi kendime kutlardım bu anları. Yerimde duramaz, dans edercesine yürür, hoplaya zıplaya sekerdim. İçim içime sığmazdı. Gözlerim ışıldar, kıpır kıpır atar yüreğim.

İNSANİ AŞKTAN İLAHİ OLANA

Sahi kaldı mı böyle aşklar? Yoksa siz hâlâ annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz? Naçizane derim Canan Hoca’yı (Karatay) dinleyip  halis muhlis köy tereyağı yiyip kalbinize iyi bakın.

Danışanlarımdan edindiğim bilgilerden şimdilerde sıkça gözlemlediğim bir durum var, duvarları hayli yüksek, aşktan dört nala kaçan erkeklerle kaynıyor ortalık. Öyle duvarlar ki bunlar, Rapunzel’in saçları bile pes eder. Duvarları inşa etmekle kalmıyor elbette iş, güvenli kalenize sığınıp, kime sadece burçtan bakacak, kimi sadece avluya alacaksınız karar vermek lazım :)

Sonrası “dokunmam ancak gözümle severim, dokunurum ama yatağıma almam, yatağıma alırım da hayatıma asla almam” gibi kategorilere bölme şeklinde. Böylelikle erkek “aman ne lazım canım yanmasın arkadaş, kontrol bende olmalı, istediğimi istediğim şekilde severim, şekil ve şemailini ben belirlerim” mesajını veriyor. Ültimatomlar veriliyor, kaleye bayrak falan asılıyor, hattâ “basamak” yapılıyorsunuz naçizane. Pekiyi bu duvarları hiç mi delen yok?

Elbette epey arsız, çaresiz, çıkar odaklı, bilinçsiz, sadece alacağını almaya odaklanan, bir takım mertebe, satatü (evlilik, pozisyon vs...) peşinde kadınlar bu duvarları aşar aşmasına da kaleyi fethetmek değildir ki amaç. Duygusal paylaşımın baz olduğu anlamlı bir ilişkide “istenildiği (arzu edildiği) kadar istemek, istediği kadar istenilmektir” esas olan.

Birçok sevda yaşanmadan tarihin kayıp sayfalarına karışıyor. Neyse gelin, kim bulmuş ki gerçek aşkı ben kaybedeyim, sizlere aşkı anlatan güzel bir hikâye paylaşayım.

BİRADER THOMAS VE BÜLBÜL

Thomas manastırdaki diğer genç rahiplerden gerek davranışıyla gerek duruşuyla hemen ayrılır, yalnız geçirdiği saatleri çok sever, dualardan, elyazmalarını okumaktan keyif alırdı. Hele ki bahçeyle uğraşma tutkusu yok mu.

Yaşdaşlarının gözlerini açmakta zorlandığı sabahin ilk saatlerinde, o soluğu dışarda alır, büyük Ressam’ın tasvir edilemeyen muazzamlıkta ışıklarla oynayışını seyrederdi. Bir sabah müthiş güzellikte bir ses işitti, o tarafa yürüdüğünde dünyanın en güzel gülünün karşısında bir bülbülün şakımasını duyar, buna duymak denmez, âdeta tüm hücrelerinde hisseder. Bülbülün bu derin şarkısı karşısında gülün her bir taç yaprağı sanki alev alev bir kalp olur. Nasıl bir aşktır bu, Birader Thomas tüm evrenle bir olur, bikaç damla gözyaşı akar gözlerinden.

Manastıra döndüğünde eski Thomas değildir sanki. Yüzü (kendisi görmese dahi) ve yüreği ışıl ışıldır. Değişen sadece o mudur, manastır da bir hayli değişmiştir, bahçe farklı gibidir, yeni rahip arkadaşlar mı gelmiştir. Bütün bunlara anlam verebilmek için baş rahibin odasına seyirtir. Baş rahip de değişmiştir; “Sizin anlatmış olduğunuz baş rahip yüzyıl öncesinde buradaydı, yaklaşık otuz yıldır yıldır bu görevi ben üstleniyorum,” diye nazikçe cevaplar Thomas’ı.

Zaman mı durmuştur, sonsuzluk kapısı mı aralanmıştır, sahi ne olmuştur? İki adam sessizce, bilinmeyenin gizemi karşısında birbirlerine bakakalırlar...

Ne diyelim, gerçek aşkların artması temennim...

Hamiş: Aydınlanmış bir üstat demişti, "kimlik (ego) boşluğa örülü duvarlardan ibarettir" diye. "Eğer yeterince derinlere bakarsanız, egonun duvarlarını, taa 10 yaşından beri tutunduğunuz kalıpları bile hayretle görürsünüz. Boşlukta akıp giden görüntülere, düşüncelere bomboş kalma, şeffaf olup içinizden akıp gitmelerine fırsat tanıma; bir nevi kendinizi yani kimliğinizi uçuruma bırakma cesaretiniz varsa, Öz’ünüze kavuşur müthiş bir aydınlık ve huzurla dolarsınız." Pekiyi kaç kişi bu mertebede? İşte orası tam bir muammâ...


ÇIPLAK GERÇEK

Bir varmış bir yokmuş...

bilge ve pembiş yeni yıl tam rüyam renginde
Ingiltere’de Coventry yakınlarında dillere destan güzelliği ve cömertliğiyle ünlü bir Leydi yaşarmış, adı Lady Godiva. Halkı tarafından son derece sevilen alçak gönüllü, yardımsever bir kadın. Lord olan kocası ise karısının aksine gücünü otorite ve kontrolden alan bir yöneticiymiş. Gel zaman git zaman, kocası bölgeye yine ağır vergiler getirdiğinde bu sefer Lady Godiva dayanamamış, kocasının önüne atlamış;

-Yetmedi mi? Artık gücünüzü elinize alıp krala ve cümle âleme karşı durmanız, ”Hayır” demeniz, sizi sevenlerin, adilin-haklı olanın yanında durmanız gerekmiyor mu?

Lord leydisine sadece şunu söylemiş;

- Soyunun !

Hayretle gözleri açılmış Lady Godiva’nın;

- Soyunun! diye tekrarlamış. Bir şartla vergileri kaldırırım, eğer halkınıza olan bağlılığınızı ve bana olan sadakatinizi ispatlarsanız. Çırılçıplak soyunup, halkın arasında gezme cesareti göstereceksiniz, halk eğer siz sokaklarda çırılçıplak dolanırken sokağa çıkmaz ve size bakmaz ise dediğinizi yapacağım.

Eee....Ok yaydan çıkmış bi kere. Ancak Lady Godiva halkına sonuna kadar güveniyormuş. Denileni yapmış. Güneş doğup saatler altıyı gösterdiğinde, zarafetle atına binmiş ve kadife pelerinini sıyırmış. Halk kendileri için herşeyi göze alan çıplak leydiye bakmak bir kenarda dursun, içeri kapanmışlar. Evlerine çekilip birer birer kepenklerini ve perdelerini indirmişler. Parlak teni şehre tüm ihtişamıyla âdeta ışıklar saçıyormuş Leydi atıyla tüm kenti baştan sona dolanırken...Yolculuğu tamamladığında, şehrin çanları coşkuyla çalmış. Kentte sadece duyulan kapalı evlerden yankılanan güçlü alkış sesleriymiş. Lord söz verdiği üzere vergileri kaldırmış. Lady Godiva böylelikle kocasına büyük bir ders vermiş.

Hikâyenin kalanı bilinmez, lâkin bence Leydi kalan vaktinde Lordun yanına dönmese iyi olur :) Sevgi ispat istemez. “Gerçekten seversen...” demez. “Bütün herşeyi bırakmaya değer mi?” diye sorgulamaz. Kolayı seçmez, kendi koşullarını dayatmaz.

İnsan sevdiğine dokunmak ister, yakın olmak, görmek. İnsan doğası bu. Dünyasallığın en güzel hediyelerinden. Bu ayrı. Ancak kendi koşullarını dayatarak cesaretini veya başka bir şeyini sınamak apayrı...Zaten gönlünüzde biri varsa, yanınızda da o olmaz mı?
Lady Godiva
Godiva bugün bile haklı bir üne sahip. Birçok kraliçeden, prensesten ünlü olup, hâlâ adına festivaller düzenlenmekte, hattâ çikolatası bile var. Yiyen pişman yemeyen bin pişman ;)

Ne diyelim, ispatlamak zorunda olmadığımız aşklara…



Ne ben sorayım seni
Ne sen beni sor
Soyunmuş seslerimiz tenden
Boşlukta bir aşk örüyor
Ses olmuş duygular
Yaklaşır dalga dalga zamansız
Kavuşsa da seslerimiz birbirine
Biz kavuşamayız
Ne kollarımız var saracak
Ne öpecek dudaklar
Ne görülecek yüzümüz var
Ne görecek göz
Bir aşk örüyoruz boşlukta
Çizgiden soyut
Zerreden öz


Bülent Ecevit



MEDİTASYON DERSİ

Yalnız hissetme kendini, bütün kâinat içinde.
Küçültme kendini, aşkla devinen kâinat sende.
Yak hayatını, git alevleri coşturanların peşinde.
Mevlânâ

hayat en büyün eğitmen

"Ustam, ustam, bana yardım etmeniz gerek, kesinlikle odaklanamıyorum. Her şeyleri denedim, olmuyor, âdeta zihnim maymun gibi, daldan dala atlıyor, durmak bilmiyor. Mum yakıyorum, taze çiçekler topluyorum, nafile. Sizin dediğiniz gibi oturuyorum, nafile”.

Yaşlı guru bütün bunları dikkatle dinleyip, ağacın altından doğrulur “Pekiyi, zihnin nereye gidiyor?”

“Ustam genelde ineğimi düşünüyorum, o benim herşeyim, sütünü satar, para kazanırım. Çayırlarda bana yoldaşlık bile yaptığı olur. Beraber gezeriz, o güzelce otlarken ben nehir kenarında pineklerim”.

“Bu durumda senin ilk alıştırman zihnini ineğine odaklamak olacak, ondan başka hiçbir şey düşünme ve onunla arana hiç bir şeyin aranıza girmesine izin verme”.

Bundan kolay ne vardı? Hemen ertesi gün çayıra gittiklerinde, ineği bir ağaca bağlar. İneğin karşısına geçip oturur. Başını bile çevirmez. Güneş cayır cayır yakıp geçer, yine de kımıldamaz. Akşama doğru güneş çarpmasından dolayı bir koşu ustasına gider.

Usta şaşırır, "İllâ ona odaklanman için çayırda mı olman gerekiyor, ev ne güne duruyor?”

Tabi ya, ustası haklıydı, ineği zorlaya zorlaya eve sokar, yanına oturur, tam ona odaklanacakken ineğin evde herbir şeyleri devirmesiyle, soluğu tekrar gurunun yanında alır.

Usta yine şaşkınlık içinde ineği düşünebilmesi için ineğin orda olup olmaması gerektiğini sorar, gurusu bir kez daha haklı çıkar. İneği ahıra bağlar, eve koşar, mum-tütsü gibi şeyleri hazırlar. Artık meditasyon zamanı. Zihnini ineğinde yoğunlaştırır, işte ineği tam karşısında.

Bu arada bikaç gün geçer, öğrencisinden haber alamayan guru soluğu onun evinde alır:

“Nerdesin? İyi misin?”

Öğrenci “İneğime o kadar yoğunlaşmıştım ki, ormana kaçtı. Günlerdir zihnimde arıyorum, aramaya devam mı etmeliyim, yoksa size kapıyı mı açayım?”

Usta yanıtlar; “Yok devam et, doğru yoldasın”.

Yine günler geçer, yine öğrencisinden ses seda çıkmaz. Usta yine kapıda merakla:

“Hayırdır, ne var ne yok?”

“Ustam ineğim yaralanmış, onunla ilgileniyorum. Bırakıp kapıyı açayım mı?”

“Yok doğru yoldasın, devam et...”

Yine günler sonra Usta merak içinde kapıya dayanır;

“Nasılsın? Neler yapıyorsun?”

İçerden bu sefer sadece bir ses gelir “Moooo”. Usta gülerek yanıtlar “Tamam,” der “bu sefer çıkabilirsin...”

Dışarı gelen öğrencisinin sırtını sıvazlayarak, kulağına fısıldar; “Artık odaklanmayı öğrendin. Şimdi aynı coşku, samimiyet ve derinlikle zihnini tüm insanlara, tüm evrene odaklayabilirsin. Başardığında kalbin açılır ve tüm evreni kucaklar...”

Yukardaki hikâyedeki gibi kendimizi başkasının yerine koyabilsek, hareketlerimizin başkasının canını acıtabileceğini düşünsek nasıl olur? Olgun olabilmek sanırım hepimiz için gerekli...


YA SABIR

“Hayatım ne zaman düzene girecek? Bir yapbozun parçaları gibi darmadağın”, dedi 1.Kadın.

seninle oynamaya geldim

2. Kadın “Konuşacak çok şeyimiz birikmiş desene, sabırlı olsaydın bu soruyu sorar mıydın sence” diye ekledi. “Zaten konumuz sabır değil miydi?”

1. Kadın evrenin senkronizasyonuna bir kez daha hayranlık duydu, sahi neydi sabır? İlahî kademelerin en sonuncusu muydu, bizi hamken pişiren ateş miydi, sonrasında yedi kat göklere uçan tüy misâli hafifleten sebep miydi, neydi?

NEYLERSİN EY SABIR

“Eskilerden hatırladığım bir hikâye var, Uzakdoğu savunma sporlarıyla uğraşan bir kişi hocasını görmeye gitmiş, hocası ile karşılıklı çay içerlerken içeri gelen hizmetli bir zarf uzatmış hocaya, uzaklardaki kızından mektubu varmış. Hoca zarfı bir kenara bırakmış. Bu hareketi, öğrencisinin epey dikkatini çekmiş, ertesi gün derste dayanamayıp soluğu hocanın yanında almış:

- Hocam gösterdiğniz nezaket beni âdeta büyüledi, yanımda zarfı açmak istememeniz, ben olsam dayanamaz, anında açıp okurdum.

Hoca kibarca yanıtlamış;

- Siz yanımda olduğunuz için böyle davranmış değilim, siz olmasaydınız da aynı şeyi yapardım, ne zamandır beklediğim bir mektuptu, ertesi gün tadına vara vara yapmak istedim sadece.

Öğrencinin hayreti katlanmış;

- Bu nasıl bir sabır?

- Küçük şeylerde sabır gösteremezse kişi, büyük olaylar karşısında nasıl sergilesin?”

“Çok etkileyici,” diye ellerini çırptı 1. Kadın, nedense hep böyle bir çocuksu hevesi ve buna eşlik eden neşesi vardı.

2. Kadın ağır ağır, her bir sözcüğün altını çizercesine devam etti;

“Sabır kadere boyun eğmek değil, sabır katlanmak demek değil, sabır tahammül etmek değil, sabır pasif bir şekilde beklemek değil; sadece her şeyin bir zamanı olduğunu bilmek.”

Şaşırdı 1. Kadın, sabır herşeyin bir zamanı olduğunu bilmek ise, zaman perdesinin zayıfladığı daha üst katmanlarda, 4. ve 5. boyutlarda, sabır nasıl bir hâle bürünüyordu acaba diye düşünmeden edemedi. 2. Kadın sanki aklından geçenleri okuyormuşçasına devam etti:

“Sabırsızlık derin bir güvensizliği, şüpheyi gösterir. Gerçekte sabır göstermek ise aktif katılımı ve güveni hatırlamayı. Daha üst kavrayışlarda zamanla beraber sabır kavramı da incelmekte, sürekli düşüncelerinin farkına varma ve bunları anında deneyime çevirip tecrübe etme imkânı mevcut, her katman kendi rengi ve tekâmülüyle. Olaylar aslında kimsenin dışında gerçekleşmiyor. Önce içerisi, sonra dışarısı. Bilinç yükseldikçe, insan enerjisini yaratmak istediğine eşitleyebilecek. Eşitlediği an yaratım fiziksel dünyasında da tezahür edecek.”

SÜREÇ ODAKLI

2. Kadın devam etti; “Sizin eğitimlerde sürekli söylenip duruyor ya, süreç odaklı olmak lazım, sonuç odaklı olmak değil diye, işte sabır süreç odaklı olmak. Derin kabul vermek insanlara, seçimlerine, korkularına. Başta kendininkiler olmak üzere.”

“Bütün ilahî kavramlar ne kadar da içiçe.”

“Aynen öyle, derin kabul teslimiyete giden yol, aynı zamanda sabrın anahtarı ve değişimin de ipucu. Kabul ettiğinde olaylar sihirli bir değnek değmişcesine değişmeye başlıyor, daha önce değil. Bak bütün masallara, efsanelere, bu hep böyle. Direncini bile insanlar direne direne bırakıyorlar, oysa sadece bırakabilir insan.”

“Öbür türlüsünü bilmiyoruz ki insanlık olarak,” diyerek başıyla onayladı 1. Kadın.

SENİNLE OYNAMAYA GELDİM

2. Kadın devam etti, “O kadar sonuç ve amaç odaklıyız ki, süreç sıklıkla es geçilmekte. Usta’nın biri kendisine gelenlere tek tek sormuş;

-Bana ne için geldiniz?

Herkes farklı farklı yanıtlamış;

- Bilgeliğiniz ve rehberliğinizden faydalanmaya geldim.
- Sığınmak için geldim.
- Beni kutsamanız için geldim.
- Günahlarımdan kurtulmaya geldim
- Kendimi senin vasıtanla tanıyorum.
- Geldim çünkü sen benim Gurumsun.
- Çünkü beni çağırdınız.
- Arınmak için geldim.

Küçük bir çocuk Ustaya dans ederek yanaşmış ve eğilerek 'Seni seviyorum ve seninle oynamaya geldim!' demiş.

Usta gülmüş, böylelikle her iki çocuk arasında çok uzun ömürlü olacak bir bağ oluşmuş.”

1. Kadın sevinçle ellerini çırptı; “Desene, zorunlu, seçmeli dersler derken şimdi hızlandırılmış dersler çağına girdik gibi :) Birlikte oynadığımız için kendimi şanslı hissediyorum.”

2. Kadın başıyla bilgece onayladı; "Seni seviyorum ve seninle oynamaya geldim."

BİLİNCİN GİZEMİ

Bir varmış bir yokmuş. Vakitlerden taze çiçeklerin tüm doğayı bir gelin gibi adeta baştan sona donattığı, peri kızlarının çiğ taneleriyle oynadığı bir bahar başlangıcıymış.

bilincin ötesi

Kendine fethedeceği yeni ülkeler arayan yakışıklı Prens askerleriye az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, varmış fütursuzca salınan ulu ağaçların olduğu bir bölgeye. Bakmış görmüş ağaçlar içinde haşmetli bir şato. Atını dört nala süren Prens, şatonun kapısına vardığında, kulelerin pencerelerinin birinde yansıyan bir yüz görmüş. Görür görmez de aşık olmuş. Kapıyı daha bir coşkuyla çalmış. Bir kemanın ezgisi narinliğinde bir ses cevap vermiş:

- Kim var orada?

- Ben Prens Rindleheart. Yörenin en güçlü ordusuna sahibim. Cesaret ve kahramanlığımla tanınırım. Lütfen izin verin de gireyim.

- Burada sadece bir kişiye yer yer var.

Bunu duyan Prens deliye dönmüş, aşkından kavrulmuş, saraya döner dönmez danışmanlarını çağırmış huzurlarına ve sormuş:

- Belki ordunuz korkutmuştur Prens’im, diye cevaplamışlar.

Bu sefer ümitle ordusunu ardında bırakan Prens, tek başına bikaç haftalık mesafeye atını dört nala sürmüş. Şatoya vardığında yine aynı soru ile karşılaşmış:

- Kim var orada?

- Ben bir prensim.

- Burada sadece bir kişiye yer yer var.

Cevabı alan Prens yerle bir olmuş. Bu sefer de bütün bilgeleri toplamış başına, demiş ki bilgeler; “Belki de zırhınızdan, kılıncınızdan dolayı kim olduğunuzu anlayamamıştır”. Üzerindeki bütün ağırlıkları bırakan Prens adeta soluğu şatoda almış. Her ne kadar Prens "Ben artık basit bir erkeğim, uşağınızım," dese de aynı sahne tekrarlanmış; yanıt yine aynı, netice yine hüsran olmuş.

Prens bu söz üzerine bütün varını yoğunu terk etmiş, çevresindekilerden nasihat almayı kesmiş, düşmüş tek başına yollara. Bir yedi yıl atsız, zırhsız ve de kılıçsız, sadece doğayı dinleyerek ve yıldızları izleyerek dolaşmış durmuş. Kafasında sadece anlamını kavrayamadığı aynı cümle varmış: “Burada sadece bir kişiye yer yer var.”

Yedinci yılın sonunda şatoya varmış:

- Kim var orada?

- Sen!

Ve kapı ardına kadar açılmış.

BİLİNCİN ODAĞI

Bu hikâyeyeyi neden mi anlattım? Bir önceki yazımda bilinç hakkında konuşacağımı belirtmiştim. Sahi bilincin yapısı veya doğası nedir? Hepimiz biliriz içsel olarak ne olup olduğunu, “bilinç” kelimesini sıkça kullanırız, hattâ cahil yerine “bilinçsiz” deriz, kimi sadece canlılara özgü bulur, kimi tüm canlı ve cansızlara mahsus bir nitelik olarak görür. Lâkin tanımını gel gör ki o kadar kolay yapamayız. Kısaca “zihnimizi oluşturan etmenlerden biridir” der (bilinç, bilinçaltı, bilinç ötesi, kolektif bilinç....), geçer gideriz. Pekiyi zihin ne, alın size bir esrarengiz kavram daha :)

Bahsetmek istediğim bilincin odaklanma yetisi, şimdi yazdıklarımı okuyorsanız muhtemelen bilinciniz şu yazmakta olduğum satırlara odaklanmış durumda yani dışarıya. “Yahu sahi öyle,” dediğinizde bilinciniz kendi düşünce dünyasına yani içeriye yöneldi bile. TV izlerken veya birini dinlerken bilincim dışarıya yönelmiştir, kendimi “bu karakterin veya arkadaşın başına daha neler gelecek yahu?” diye hayıflanırken bulduğumda :) bilincimin odağı hop yine içerde.

Bilinç ister içeri ister dışarı odaklansın, sonuçta özdeşleştiği yer dış dünyadır; “yapma-etme-kimlik” yani ego dünyası. Pekiyi bilinç sadece kendi üzerine odaklanırsa ne olur? Ne içeriye ne dışarıya sadece kendine. Söyleyeyim hemencecik “var olma”* dünyasına adım atar. “Meditasyon” yapar. Gözlemci statüsüne erişir.

Ya bu hâl sürekli olsa? Sanırım üstatların “rüyadan uyanış”, “aydınlanma”, “gerçeğe varış”, “anda kalış” diye kastettikleri tam olarak bu. Gerçeğe (yukardaki Prenses), sadece ve sadece bilinci kendi üzerinde odaklamakla ulaşılıyor. Egoya değil ;) Benlik bilincine sıkı sıkıya yapışmaktan ziyade her bir şeyden özgürleşerek. Ego/ Benlik bilincine bağımlılık geliştirmeden, kendini sadece onunla özdeşleştirmeden yaşamak da pekâla mümkün. Şimdi şimdi anlıyorum Osho’nun “Eylemleri gerçekte insanlar gerçekleştirmez, insanlar eylemlerin başına gelir” sözünü.

Düşünmede, analiz yapmada ve bütün bu dünyanın nimetlerinin tadını çıkarmada bir sorun yok elbette, karmaşa bütün bu süreçler varoluştan koptuğunda oluşuyor; ayrılık zannı, ızdırap ve kayboluş başlıyor. Varoluş ağacın kökü, yaşamsal faaliyetler ağacın dalları olsa; insan ikisi arasında da gezinebilmeli, yeri gelince "kök"ün huzuru, yeri gelince dalların "keyfi"...

Ya bilincin de gerisinde veya daha doğrusu ötesinde ne var? Kuantum alanı? Sonsuz olasılıklar? Sınırsız boşluk ? Sanırım bilinç gizemini bir müddet daha korumaya devam edecek...


*presence

EGO OLA BERİ GELE

“Kral Janaka, kutsal kitapların birinde, deneyimli bir süvarinin ayağını üzengiye koyup atın üzerine çıkıncaya kadar geçen kısacık sürede aydınlanabileceğini öğrenmiş. 

akışta olmak

Bunun üzerine tüm bilgeleri saraya davet etmiş, ancak hiçbiri ona bu tecrübeyi yaşatamamış. Bir gün yöreye, Ashtavakra adında bir yaşlı ermiş gelmiş. Rivayete göre o, daha doğmadan bilgeymiş. Ve o gün sarayın huzuruna kabul edildiğinde, krala hitaben ‘Bir beklentiniz varmış efendim, yardım edebileceğimi düşünüyorum’, dediğinde kral bilgeyi hemen tanımış. Zira “sekiz kıvrımlı” demek olan Ashtavakra’nın vücudunda ismi gibi sekiz eğri büğrü kıvrım varmış.

Sözünü sakınmayan bilge ‘Gerçekten aydınlanmak istiyorsanız o zaman başbaşa kalmalıyız demiş’. Saray erkanı salonu terk ettikten sonra, mekana bir at getirtilmiş.

- Ayağınızı üzengiye koyun, demiş Ashtavakra. Talimatı duyduğunuzda aydınlanacaksınız.
- Peki talimatı duyabilmem için şart olan nedir? diye sormuş kral.
- Ahantar kelime sannyatsam, yani feragattir. Herşeyden feragat ettiğinizde Hakikat’i işitebilecek hale gelirsiniz.
- Nasıl? diye sormuş kral.
- Size ait olan herşeyden vazgeçin. Kendinizi tanımlamalardan ayırın. 'Ben kralım'. 'Ben erkeğim'. 'Ben buyum'. Teker teker bana verin.
- Krallığımı, bedenimi, düşüncelerimi, egomu size veriyorum.
- Şimdi gerçeği duymaya hazır mısınız?

Kraldan cevap gelmediğini gören bilge, kralın kendini soyutlayıp onun asli haline döndüğünü anlamış.

- Ruhun fonksiyonunu dile getirebilmek için bedene, zihne ve entellekte ihtiyaç var, beni işitebilmeniz için bile biraz egoya sahip olmanız gerekir. Dolayısı ile bana verdiğiniz herşeyi size iade ediyorum, ancak unutmayın ödünç olarak veriyorum.

Kral ata tırmanmış ve bilge mırıldanmış:

- Sen O’sun, en yüce Mutluluk ve en yüce Huzursun.

Ve öyle olmuş…”

EGO DEDİKLERİ

Bu hikâyeyi çok severim, kanımca birçok şeye ışık tutmakta. Hele ki günümüzde insanların ego hakkındaki anlayışlarına bakılırsa. “Ego tu kaka”, “Ego bizimle Tanrısallığımızla aramızda olan en büyük engel”, sahi öyle mi? Birçok kişisel kursta ego bir düşman, tehdit gibi algılanıp paylaşılmakta; nerdeyse bütün suçu egoya atıp, çocuklar gibi “ben yapmadım, egom yaptı” :)) diyeceğiz. Sahi nedir ego?

Egoyu, yeryüzünde gelmiş geçmiş en güzel şekilde betimleyen kişi bence Eckhart Tolle’dir; “Ego, zihnin kendini herhangi bir formla tanımlamasıdır” der. Bu bir düşünce silsilesi, bir duygu veya fiziksel bir madde bile olabilir. Zihin kendini tanımak için yine kendini formla tanımlar, herhangi bir formla özdeşleştirir, böylelikle formlar dünyasına adım atar, zihnin bir şekilde kendi kendini anlama çabasından başka birşey değildir ki bu.

Vaktiyle aydınlanmış olduğu rivayet edilen üstatlardan Byron Katie’nin Almanya’daki inzivasına katılmıştım. İlk başlardaki aşk ve enerjiyle kendinden geçen Katie, uzunca bir süre deli divane ortalıklarda öylece dolanmış durmuş, ismini soranlara “Ne gereği var kim olduğumun,” diye cevap veriyormuş. Bu enerji patlaması ve bilincin ötesine geçme hâli zamanla durulduğunda, anlamış ki dünya işleri için yine de bir isme ve cisme ihtiyaç duyulmakta. Yani “ego”ya.

Ego olmadan “Ben varım, ben ve benim” diyemeyiz. Ego, bu dünyadaki dualiteyi algılamamız için gerekli elbette, yalnız;

“Ego mu bize hizmet etmekte? Bizler mi egoya?”

“Egomuzla ilişkimiz nasıl; esnek veya katı, akışkan veya durağan, eğlenceli veya hayli ciddi?”

“Nasıl ki bizler arabamız değiliz, arabayı bir müddet kullanıp sonrasında onu bir güzel kenara park ederiz, kendimizi ego ile özdeşleştirmeden, onu bilincin merkezi yapmadan, ona yapışmadan/onu itmeden onunla mütteffik olamaz mıyız?”

O zaman bilincin gerçekte merkezi ne? Geriye ne kalır? Gelin bu da gelecek yazımın konusu olsun diyerek sözü burda sırlayalım...

MASAL BU YA

Bir varmış bir yokmuş, Padişah’ın birbirinden güzel 3 kızı varmış.

yaşasın Şeyda seviyo ve seviliyoo

Lâkin bizim Padişah içlerinde en zeki , en akıllı, en aklı başında gördüğü küçük kızına daha başka bir düşkünmüş. Gel zaman git zaman Padişah bir gün “Onlar beni ne kadar seviyor?” diye meraklanıp yanlarına çağırmış. İlk kızına sormuş;

- Beni ne kadar seversin?

İlk kızı, dünyalar güzeli, nazlı ve edalı cevap vermiş;

- Dünyalar kadar babacığım.

Bu cevap babasının oldukça hoşuna gitmiş. Sonra ikinci kızını emretmiş;

- Beni ne kadar seversin?

İkinci kızı, hayli hamaratlı, gözlerini süze süze cevap vermiş;

- Canım kadar, hattâ canımdan öte babacığım.

Sıra, has kızına, üçüncü olana gelmiş, daha ne söyleyebilirlermiş ki?

- Beni ne kadar seversin?

Üçüncü kız, keskin zekâsı ve dobra yüreğiyle lafı kıvırmadan yanıtlamış;

- Tuz kadar babacığım.

Padişah şaşkın ve üzgün bir şekilde, defalarca aynı soruyu sormuş, defalarca aynı yanıtı almış ve küçük kızı saraydan kovmuş: “Var git yoluna, benim senin gibi bir kızım yok bundan sonra...”

Küçük kız neye uğradığını şaşırmış, hüzünlü bir şekilde sarayı terk edip yola koyulmuş. Bu esnâda- diğer iki abla kıskançlıktan bayram etmişler- birbirlerine karşı babalarını destekleyip en küçük kardeşlerini unutması için ellerinden geleni yapacaklarına dair söz vermişler.

Gönül bu elbette söz dinler mi, kim sözünü geçirebilmiş ki, nice krallar, soylular, filozoflar geldiler geçtiler dünyadan...Hele ki baba yüreği. Ne kızını unutabilmiş, ne kalp kırıklığının yarattığı ince ve derin sızıyı...

Gel zaman git zaman, bizim esas kızın başından bir sürü macera geçmiş, daha bir olgunlaşmış, komşu ülkelerden birinde, meğer Padişah’ın küçük oğlu ona göz koymamış mı. Düğün yapılacağı zaman, bakmış ki kızımız davetli listesinde babasının da adı var, tüm düğün yemeklerine “tuz konmasın" emrini verdirmiş.

Düğün günü, Baba teşrif etmiş, bakmış hangi yemeği tatsa, "tuz"u yok, önce herhangi bir anlam verememiş, her bir lokmadan sonra yüzü buruşmuş, hiçbir şeycikler yiyemez olmuş. Sonra aklına küçük kızının dedikleri gelmiş, hüngür hüngür ağlamaya başlamış, “Dostlar benim bir kızım vardı, ben onun kıymetini bilemedim, vaktiyle beni ne kadar sevdiğini sorduğumda aldığım yanıt ‘tuz’ karşısında benimle alay ettiğini sandım da saraydan kovdum, şimdi anlıyorum ne demek istediğini, beni ne kadar esaslı sevdiğini. O gideli ağzımın tadı tuzu kalmadı, hiçbir şeyden tat almaz oldum a dostlar,” diyerek hıçkırıklara boğulmuş.

Kız bu sözleri duyunca adetâ sevinçten havalara uçarak babasına koşmuş ve sarılmış, kızkardeşleri ne zamadır pişman, birbirlerine kavuşmanın mutluluğu içinde güle oynaya düğünlerini yapmışlar.


SEVGİYİ GÖSTERMEK

Hep şaşmışımdır afili laflara rağmet edenlere. Bilirim, herkes sevgisini farklı gösterir, kimi sözlerle, kimi dokunarak, kimi aldığı hediyelerle... Tatlı söz yılanı bile adam eder etmesine de :), sözün söylenme şekli /yeri/zamanı değil itiraz ettiğim, hissedilmeden söylenen sözlere tepkim.

Türk erkeklerinin özgüveni çok mu düşük ne, “Canım cicimli” laflara pek rağbet etmekteler; maalesef kadın-erkek ilişkilerinde sıkça gözlemliyorum. Komik varlık insanoğlu, yalandan da olsa sevgi istiyor demek ki. Oysa bir şölen masası beklerken neden kırıntılarla avunur insan? Er ;) kişi kendini ele verir, bakın çevrenize, ne kadar çok "canım-cicim" diyorsa kişi, aslında o kadar bunların yokluğunu hissediyordur sisteminde. İnsan sistemi bir bütün. Eksiklikler ve fazlalıklar bir şekilde pörtler. Kullanılan kelimeden ziyade, kelimenin yansıttığı enerjidir önemli olan.

Al Yazmalım Selvi Boylum'un Asya’sının sorduğu gibi; “Sahi sevgi neydi?”

Sevgi taahhüt* demek demek. Onun için ne kadar sorumlu hissediyorsunuz ve neler yapabiliyorsunuz gözünüzü kırpmadan? Çocuğunuzun ateşi çıksa hiç düşünür müsünüz ne yapılacak/edilecek? Eyleme geçersiniz hiç durmadan.

Sevgi, sana yapılmasını istemediğini ona yapmamak demek.

Sevgi açık ve yalansız olmak demek, sözlerine ve duygularına sahip çıkmak.


Sevgi onun için korkusuzca inisiyatif almak demek.

İlâveten dinlemek. Sizi merak edip gözlerinizin içine bakarak dinleyen gerçekten seviyordur.

İşin sırrı sanırım yine kendimize çekidüzen vermekte... Sevmek bir niyet, insanın zaten özü sözü bir olsa veya sözü özünü yansıtsa, karşı cins ile olan ilişkiler bundan muaf tutulabilir mi?

Ya koşulsuz sevgi? Önce insanca sevmeyi başaralım da...

Hamiş: Gökten üç elma düşmüş, ilki teriyle evine ekmek götüren, koruyan-kollayan babişkolara, ikincisi evlâtlarına, üçüncüsü kime gelsin bilemedim ;)

Hamiş2: Buldum, sevmeyi bilenlere gelsin.

* Commitment

Portakalın Bilgeliği © all rights reserved
made with by Alpha