Ad

 

GÜNCEL

RÖPORTAJLAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
RÖPORTAJLAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hatay’da Sönen Işıkları Yeniden Yakmak- Mansur Karakoç Röportajı

 


Onu, Ankara ve Çorum’a doğru Hitit Uygarlığı’nın izlerini sürdüğümüz bir gezide profesyonel tur rehberi olarak tanıdım. Bir insanı gezide tanıyacaksın derler ya, aynen öyle. Hemen kaynaşan, kaynaştıran hümanist yapısıyla Mansur’un klasik bir tur rehberi olmadığını rahatlıkla dile getirebilirim. Gezilen yerleri örf, âdet, inanç, müzik, gastronomi dahil olmak üzere yaşamın her katmanıyla irdeliyor, tanıtıyor ve önünüze koyuyor. Sizi her manâda seyahate çıkarıyor. Adeta o kültürü yaşatıyor. Onu farklı kılan, yapmış olduğu her şeye “ruh” katıyor olması. Özellikle her şeyin tekdüze, son sürat yaşanılıp tüketildiği günümüz dünyası için bence bu bile başlı başına bir değer.

Bunun yanında; öğretim görevlisi, radyo programcısı gibi sayısız uzmanlık ile müzik, yemek, antropoloji misâli bir sürü ilgi alanını aynı potada ustaca harmanlamayı becerebilmiş biri Mansur. On parmağında on marifet olan, eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır bir kişilik. Tek kelime ile tanımlayacak olsam, ehlikeyif derim. Ee boşuna değil, kurmuş olduğu seyahat organizasyonunun adının KeyifKurdu Gezi Kulübü olması.

Elbette onu daha anlatmak isterdim, lâkin konumuz mühim. Çok büyük bir âfet yaşadık, acımız taze, milletçe başımız sağ olsun, hayli zor günlerden geçiyoruz. Ve depremzedeler için ne yapsak az...

S. Sevgili Mansur, izninizle direkt konuya gireyim. “Hatay’da Sönen Işıkları Yeniden Yakmak” fikri nasıl ortaya çıktı? Bu nedir, bir platform, niyet...?

C. Onyıllardır sürdürdüğüm mesleğim, kültürel rehberlik nedeniyle deprem bölgesi ile çok yoğun ilişki, iletişim içindeyim. Ailemin köklerinin Diyarbakır olması bir yana, her yıl onlarca kez bölgede gastro kültürel geziler yapıyorum. Şubat ve Mart ayında Antakya, Antep ve Urfa’ya planlı gezilerimiz vardı. Binlerce insanı gezdirip tanıttığım, sokaklarında hikâyeler anlattığım, yerel lezzetlerini tattığımız, herzaman misafirperver - güleç yüzlü insanlar ile tanışıp konuştuğumuz kentler, mekânlar yıkıldı, yok oldu. Dostlarımız, tanıdığımız insanlar enkaz altında kaldılar.

Onlarla birlikte birçok ustalık, zanaat, el emeği, bilgi – tecrübe de enkaz altında... Kentlerin belleği, kültürü, gelenekleri yok olmak üzere; bu konuda beni en derin yaralayan ise Antakya oldu. Depremle birlikte, Hatay’ın kaybolma tehlikesi altında kültürel ögelerini korumak, yaşatmak, geleceğe aktarabilmek için ne yapabiliriz düşüncesi ile motive olduk. Kültürel değerleri yaşatmak için bir çalışma grubu kurduk, büyümesi gereken bir platform – bir sivil insiyatif olsun istedik.

S. Şimdilik ne gibi aşamalar kaydettiniz? Gelinen nokta nedir? Bundan sonrası için planlar neler?

C. Depremden 40 gün sonra bile – doğal olarak – akut sorunlar ve yaşamsal ihtiyaçları çözmek için uğraşıyoruz. Bu süreç normal ama bir süre sonra daha geniş bir açıdan bakarak Antakya’nın binlerce yıllık kadim kültürünü nasıl yeniden ayağa kaldırırız diye düşünmek gerekecek...

Binalar – yapılar bir şekilde yerine konur ama insani değerleri, somut olmayan kültürel varlıkları korumak yaşatmak çok daha zor. İşte bunun için şimdiden bir yol haritası oluşturmak gerektiğini düşünüyorum.

Hatay özelinde konuşuyoruz ama TÜM bölgenin kültürel mirasını, somut ve daha da önemlisi somut olmayan kültürel mirasını ve ortak belleğini tanımlayıp bunun unsurlarını kayıt altına almak ilk adımlardan birisi olmalı. Düşünsenize Antakya’da, ipek dokumacılığı, defne yağı ve sabunu üretimi, serpantin taşı işçiliği, oymacılık gibi onlarca el sanatları alanında ustalar vardı. Uzun Çarşı’da eski usül bakır sahanda kadayıf döken belki sekiz, on usta kalmıştı, kerebiç tatlısı yapan, çöven köpüğü yapmasını bilen birkaç usta vardı - bu ustaların bir kısmı göçtü / kimbilir kaç tanesi hayatta kalabildi. Hayatta kalan ustaların bulunması, farklı konularda sözlü tarih çalışmaları, nehir söyleşiler video kayıtları yapılması gerek. Bu alanlarda geçmişte yapılmış çalışmaların bilgi ve belgelerin derlenmesi – büyük bir arşiv oluşturulması da çok önemli.

Sonrasında, bu zanaatların korunup, yerinde yaşayabilmesi, devam etmesi için projeler yapılmalı; uzun soluklu ve sürdürülebilir bir eğitim programı hazırlanmalı; ustaların organize edilerek eğitim verebilmeleri ve genç çıraklar yetiştirmesi sağlanmalı; bu eğitimleri için yer, altyapı, atölye vs kurulmalı; bilgi ve beceri kazandırılacak gençler için yerelde üreterek varolabilecekleri ekonomik habitat kurgulanmalı... Tüm bunları birkaç cümlede söylemek kolay ama yıllarca sürecek çok katmanlı projeler yapılması gerekiyor. Tabii ki kamu, yerel yönetimler, eğitim kurumları ve STK’lar gibi farklı birimlerin işbirliği olmadan sağlıklı ve kalıcı bir proje üretilemez...

Henüz, çok başındayız sürecin... bu konularda yeterince farkındalık bile yaratabilmiş değiliz.

S. Bütün bunlar içinde, Antakya’yı özel yapan özellikleri neler?

C. Kuran-ı Kerim'de (Yasin suresinde) adı geçen şehirlerden birinden bahsediyoruz. İncil’de (Elçilerin İşleri kitabı) İsa’ya inanan cemaatin ilk olarak “Hristiyanlar” diye burada adlandırıldığı bir kent... Roma çağlarında dünyanın 3. büyük şehri olmuş Antakya ve en eski Yahudi cemaatlerinden birisini barındıran bir şehir. Ermenisi, Arabı, Türkü, Kürdü, Suriyelisi büyük bir potanın içinde ama erimeden – kendi kimliklerini koruyarak yaşıyorlar...

Nusayriler (Arap asıllı Aleviler), Türkmen Alevileri, Gregoryenler, Nasturiler, Ortodokslar, Sünni müslümanlar : tüm bu alt kültürlerin gelenekleri, bayramları, yemekleri birbiri ile iç içe geçmiş... Yüzyıllardır bir arada yaşamış, giyim kuşama, şarkılara, sofraya yansımış. Günümüzde bile capcanlı yaşamakta.

Zenginler mahallesinde yürürken, birkaç yüz metrelik bir alan içerisinde üç semavi dinin unsurlarını ve farklı mezheplerin yapılarını bu kadar iç içe – yan yana barındıran çok az kent var dünyada... Minareler – kubbeler arasında 3 farklı Hristiyan mezhebine ait kiliseleri, sinagogu, kutsal makamları, cemevlerini birlikte görünce etkilenmemek mümkün değil.

Düşünün ki aynı gün içinde Anadolu’nun ilk camilerinden birisini ziyaret ediyorsunuz, birkaç adım sonra, günümüze kalan 10 kişilik musevi topluluğun bir üyesi Harun Cemal bey ile Havra’da sohbet edip, oradan Katolik kilisesi görevlisi (25 yıldır Antakya’da yaşan) İtalyan peder Domenico ile tanışıp, onun gözünden farklı inanç topluluklarının nasıl huzur içine yaşaması gerektiğini dinliyorsunuz. Protestan kilisesinin Koreli din adamı Yakup Chang ile en çok sevdiği Antakya yemekleri üzerine sohbet edip, ardından Ortodoks kilisesinde bir görevli ile tanışıyorsunuz. Size “farklı mezheplerde olmamıza rağmen, her hafta pazar ayinini farklı bir kilisede buluşarak yapıyoruz, sonuçta aynı Tanrı’ya dua ediyoruz” diyor. Oradan ayrılıp, kısa bir yolculuk ile Samandağı’nda yaşayan tek Ermeni köyü Vakıflı’da, köylü kadınların ürettiği meyve likörünü tadıp yaşadığınız kültürel bombardımanı sindirmeye çalışıyorsunuz.

S. Bölgenin ve Hatay’ın, Antakya’nın sende özel bir yeri var biliyorum, biraz da bundan bahseder misin?

C. Olmaz mı? Benim anlatmaktan, gezmek ve gezdirmekten en çok haz aldığım kentlerin başında gelir... Bölgenin onbinlerce yıllık tarihi ile katman katman biriken değerlerini, 24 asırlık muhteşem bir antik kent olan Antakya’nın çok kültürlü yapısını anlattığım tüm misafirler büyülenerek yaşıyordu kenti. Az önce anlattığım tüm alt kültür ve inanç gruplarının hayatlarına dokunabildiğiniz bir şehir burası. Binlerce yıllık tarifleri - yemekleri keşfebileceğin, basit geleneksel yöntemlerle hazırlanan malzemeleri sokaklarda ustasının elinden tadabildiğiniz bir yer. Aynı melodilerin farklı dillerde şarkı sözleri ile çalınıp söylendiği topraklar burası.

Vakıflı’daki kilisenin bahçesinde, Ağustos ayında Meryem Ana bayramında, 7 dev kazan içinde kaynayan yemeğe Hrisi (Herise) denildiğini; çok benzer şekilde Gadir-i Hum kutlayan Aleviler için bayram günü Aşşur adıyla kazanlarda piştiğini; düğünlerde, taziyelerde dağıtılan kiminin dövme dediği ve bizim kadim keşkek ile aynı yemek olduğunu keşfedince şaşkınlık ile birlikte bir hüzün kaplıyor içinizi. Boğazınız düğümleniyor, tarih boyunca ve halen günümüzde yaşanan bunca kavga – çatışma niye ? diye düşünüyorsunuz...

Görüyorsunuz : kardeşçe sevgi – saygı içinde birlikte varolmak o kadar da zor değil...

Bu duyguları yaşabildiğin bir yerle nasıl özel bir bağ kurmaz insan ?

Adeta önceki yaşamlarımdan birinde (varsa tabii böyle bir durum ) has Antakyalı olarak yaşamışım gibi hissediyorum.

KAPATIRKEN

S. Dileyen Martı Dergisi okuyucuları ne gibi katkılarda bulunabilirler? Size nasıl ulaşsınlar?

C. Bu projeye ait özel bir iletişim kanalı oluşmadı henüz; ancak benim kişisel Instagram hesabım ( Rehber Mansur Karakoç ) üzerinden DM - mesaj ile veya kurumsal e posta adresimiz olan info@keyifkurdu.com üzerinden iletişim kurabilirler. Yukarıda bahsettiğim konularda oluşacak projelerde yer almak isteyen, küçük / büyük demeden katkı sağlamak isteyecek herkese kapımız açık.

S. Son olarak; deprem sonrası bizlere hayata dair bir mesaj vermek istesen...

C. Zor bir sor, biliyorum büyük bir yıkım, acı yaşıyoruz; küçücük paylaşımlar bile bazen derin yaralara merhem oluyor... Toplum olarak muhteşem bir dayanışma örneği sergiliyoruz.

Çok zor bir süreç ama Antakya bu felaketi tarih boyunca birçok kez yaşamış, her seferinde küllerinden yeniden doğmuş, ayağa kalkmış... Daha da güçlenerek yeniden varolmuş... YİNE YAPMALIYIZ - YAPACAĞIZ aynı şeyi... ışıkların sönmesine izin vermeyeceğiz.

Tiyatro Sahnesinden Eğitim Sahnesine- Çiğdem Eren Kiziroğlu Söyleşisi

Ankaralı. TED Ankara Kolejli. 20 yaşında Bilkent Üniversitesi’ni bitirir. Kendini bir anda Ankara’nın korunaklı havasından New York’un kozmopolit ortamına transfer edilmiş bulur. İkiz Kuleler’in yanıbaşındaki finans bölgesinde hayalini kurduğu staja başladığı gün takvim 10 Eylül2001’i gösterir. “Hayat sen planlar yaparken başına gelenlermiş” misali ertesi gün talihsiz  11 Eylül olayları yaşanır, hem de burnunun dibinde; Starbucks’tan kahvesini alıp mutlu mutlu staj yapacağı yere giderken, bölgenin ve mezuniyetten sonra orada çalışma hayalinin yerle bir olduğunu görür. Uluslararası Finans alanında yaptığı yüksek lisansı tamamlar ve anayurda döner.

Kurumsal hayattan serbest zamanlı çalışmaya kendi deyimiyle “yumuşak geçiş” yapar. İlk 10 senelik kurumsal bankacılık deneyiminde finanstan daha çok iletişimi sevdiğini görür. Bunu fark edince portföy yönetimi tarafına kayar, Amsterdam’da 4 sene bu alanda hizmet verir. Araya birkaç yıllık Kurumsal İletişim ve Medya sektörü girer. Bu yıllarını “kurumsal disiplin edindiği, kurumların işleyiş yapısını öğrendiği” yıllar olarak tanımlıyor. “İnsanın bir diyetisyeni, bir spor hocası varsa neden bir yaşam koçu da olmasın” derken yolu tesadüfen koçlukla kesişir. Öğrenmeye bayılıyor. Bir yandan 2000’i aşan saat eğitimlere katılıp koçluk alırken; diğer yandan eğitimler verip koçluklar yapmaya başlar. Özellikle grup atölyeleri ve kurumsal eğitimler konusunda derinleşir.

Gayet temkinli adımlarla ilerler. İlk etapta kurumsal kariyerini yarı zamanlıya indirir. Şimdi karşımızda kendi kanatlarıyla uçan; eğitim ve koçluk alanında hizmet veren hayat enerjisi hayli yüksek bir kadın var. Onunla konuştuğunuzda sahne tozu yutmuş olduğunu anlıyorsunuz. Türkçe’mizi gayet iyi kullanıp akıcı konuşmasıyla yıllarca sahne önü veya arkası çalıştığını hemencecik fark ediyorsunuz. Bir kez daha görüyoruz yaşam için tiyatro elzem, sanat şart !

Şeyda: Hoşgeldin Çiğdem. Öncelikle seni tanımama vesile olan Love Mafia platformumuzu hayata geçiren sevgili Eda Çarmıklı ve Markus Lehto’ya teşekkür ederek başlamak isterim. Kurumsal hayatı, beyaz yakalı olmayı yavaş yavaş bıraktığını görüyorum. Bir yanın özgürce uçmaya niyetlenirken,  diğer yandan ayakların sağlamca yere basmış. Sıklıkla altını çizdiğin “hayata holistik, bütüncül bakmak” diye bir kavram var. Bütün bunların ışığında neler söylemek istersin? 

Çiğdem: Hoşbulduk Şeydacığım. Love Mafia’mızın varlığına, senin gibi birçok değerli isimle beraber üretip akma alanı açan sosyal kabilemize ben de minnettarım.

Kendi adıma ne büsbütün spiritüel tarafta salınan, ne de bildik kurumsal dinamiklerde sıkışmış bir noktada, ikisinin kendimce bileşkesinde var olmaya ve alan açmaya gayret ediyorum.

Nitekim sözünü ettiğin bütüncül bakış artık iş dünyasının da gündeminde yer alıyor… Geçen günlerde Harvard Business Review’da okuduğum “Mindful Leadership” konusu çok hoşuma gitti. Liderlik gurusu Peter Drucker “önce kendinizi yönetmedikçe insanları yönetemezsiniz” diyor... Ben de herhangi bir liderliğin önce kendimizden başladığına inanıyorum. Yoğun ve hızlı iş temposunda, odaklanma ve farkındalık, etkili performans ve öz-yönetim için temel nitelikler. Düşüncelerimizin ve duygularımızın daha fazla farkına vardıkça, kendimizi daha iyi yönetebilir ve değerlerimiz ve hedeflerimizle daha uyumlu hareket edebiliriz. Gerçek mutluluğu neyin oluşturduğunun farkında olmak, diğer insanları gerçekten neyin harekete geçirdiğini anlamamıza da yardımcı olur… Farkındalık eğitimleri yoluyla geliştirilen zihinsel güç ve özgürlük sayesinde kendimize ayna tutabiliriz; anda olmayı ve ufuk açan, ilham veren bir iletişim dilini mümkün kılabiliriz. Nitekim Love Mafia’nın kurumsal bacağı olan LifeWorksLabs içeriklerinde de hepimizin farklı bakış açılarıyla merkeze koyduğu duruş az çok böyle…

EĞİTİME DAİR

Şeyda: Şu an hangi eğitimleri veriyorsun? Senin en çok keyif aldıkların hangileri?

Çiğdem: Kurumsal kariyerim boyunca, sektör fark etmeksizin, işimin odağında her zaman insan ilişkileri ve iletişim yer aldı. Bu deneyimlerden öğrendiklerimi ve farklı ülkelerde yaşarken edindiğim vizyonu koçluk ve eğitmenlik çalışmalarıma aktarmaya gayret ediyorum. Konuşma ve Susma Sanatı, Hikâye Anlatıcılığı ve Oyunlaştırma, Etkili İletişim, Fasilitasyon Yetkinlikleri ve Finansal Okuryazarlık eğitimleri veriyorum.

Hepsindeki farklı konuları ve dinamikleri, o ortak enerji ve öğrenme alanında bulunmayı, yeni kurumlarda alan açmayı çok seviyorum. Ama sanırım, Love Mafia’da başladığımızdan beri defalarca açtığımız “Yaşam Ağacımızı Süslemek” atölyesinin ve geçen ay ilk defa açtığımız, oyunlaştırılmış bir akışla ilişki dinamiklerimize baktığımız “Aşk Oyunu” atölyesinin yeri bende ayrı 😊

Şeyda: Verdiğin eğitimlerden biri “Susma Sanatı”. Beni hayli etkilemişti bu başlık. Neden dinleyemiyoruz insanlık olarak, susmak bir sanat mıdır?

Çiğdem: Çoğumuz dinler görünürken, aslında kendi konuşma sıramızın gelmesini bekliyoruz. Hem dilimizde hem de zihnimizde sustuğumuz zaman, diğer kişinin söylediklerine ve hatta söylemediklerine odaklanabiliriz. Aslında etkili bir iletişim aracı olarak sessizliğin gücü üzerinde çok az durulur; hatta çoğu kimse için sessizlik iletişim bile değildir. Gerçekte sessizlik, doğru ve yapıcı biçimleriyle kullanıldığında çok etkili bir iletişim aracı, ve evet bence sanattır.. Yani diyoruz ki öyle bir sus ki, herkes seni dinlesin! 😊

Şeyda: Oğlun “Ozan” için “Hayatımı şiire çevirdi” dediğini anımsıyorum. Ne güzel bir benzetme! Başta Ebeveyn koçluğu olmak üzere, aldığın eğitimlerde çocuk yetiştirmeye dair neler gördün? Oğlun ile ilişkine ne kadarını uygulayabildin?

Çiğdem: Teşekkür ederim. Adıyla büyüsün, çevirdi gerçekten… Olabildiğince kendini özgürce ifade etmesine alan açmaya, onu anne kulağıyla değil koç kulağıyla dinlemeye ve farklı bir ilişki kurmaya gayret ediyorum. Ozan 9 yaşında. Pandemi sürecinde ilkokul 1. sınıfın ortasından 3. sınıfa kadar evde eğitim almak durumunda kaldı. O dönemde de önceliği onun öğretmeni olmaya değil oyun arkadaşı olmaya verdim. Tüm teneffüslerde deli deli oynadık. Çünkü temel eğitimde kalan eksiklikleri sonradan tamamlayabileceğimize ama izolasyon sürecinde duygusal açıdan onu desteklemenin daha önemli olduğuna inandım.

Ama doğruya doğru, inanılmaz güzellikleriyle beraber zorlayıcı yanları da olabilen bir yolculuk annelik, bazen de eğitimmiş koçlukmuş uçup gidebiliyor 😊😊

PANDEMİ

Şeyda: Pandemiye kadar çevrimiçi eğitim yapmaya direndiğini belirtmiştin. Bir paradigma değişikliği olur hayatında. Neydi o, pandemi eğitim dünyasına ne getirdi ve eğitim dünyasından neler götürdü sence?

Çiğdem: Temsil sistemlerimiz farklıdır bilirsin.. Görsel temsil sistemi daha baskın olanlar görerek, okuyarak; işitseller dinleyerek, sesli tekrar ederek ve tartışarak daha rahat öğrenir. Bazılarımızınsa aklında hareket enerjisi daha iyi kalır; öğrenilecek şeylerle fiziksel temas kurarak, uygulayarak daha rahat öğreniriz ya da çalışırız.

Ben kinestetik sistemi baskın, sözlü ya da sözsüz, ama ille de yüzyüze, dokunsal iletişimi tercih eden birisiyim. Uzun süre sanal ortamda seans yapmaya direndim. Ama pandemi sürecinde hep beraber içerilere kapanınca bu bir seçim olmaktan çıkıp zorunluluk haline geldi. Ve gördüm ki dizdize olmadan da göz göze gönül gönüle olunabilirmiş, sanal ortamlarda da insan kendine ve başkalarına alan açabilirmiş. Üstelik bunun da etki alanını genişletmek, oturduğun yerden işini yapabilmek gibi rahatlıkları varmış. Ekranda görünen üst kısımda gömlek-makyaj, aşağıda eşofman-terlik kombinleri aldı yürüdü 😊 Ama şaka bir yana, pandemi eğitim dünyasına gerçekten farklı mümkünler getirdi…

Bu mümkünler, Metaverse aleminin sonsuzluğunda kimbilir daha ne kapılar açacak, göreceğiz… Dürüst olayım, halen yüzyüze ortamları bambaşka buluyorum, ama artık rahatlıkla sanal ortamda da çalışabiliyorum.

SON SÖZ

Şeyda: En son olarak 11 Eylül olaylarını canlı canlı yaşamış biri olarak, o güne dair, hayata dair neler söylemek istersin?

Çiğdem: O sevimsiz gün benim kendim için çizdiğim resim değişti. O gün yaşanmasaydı belki New York’tan dönmeyecektim, hayatımı orada kuracaktım. O zaman da son 21 yılda başıma gelen birçok harika şey belki olmayacaktı…

New York’tan İstanbul’a, oradan Amsterdam’a, Amsterdam’dan Ankara’ya dönmek; neredeyse 35 yaşımda, uğruna cidden emek verilmiş bir kurumsal kariyeri geride bırakıp serbest çalışma kararı vermek… Hepsi heyecan verici ama zorlu yanları da olan; sonradan geriye bakınca yapmasaydık bilemeyecektik dedirten kararlardı.

Kişisel tarihimin ötesinde o gün Dünya da değişti… Ondan önceki sayısız defa olduğu ve bundan sonra da sayısız defa olacağı gibi… Ve yine zorlu günlerin içinden geçiyoruz. Bir yandan savaşa, bir yandan pandemiye, ekonomiye, değişen şartlara dair kaygılarımız hiç bitmiyor.

Sanırım mevcut koşulları olduğu gibi kabul edip her şey için ve her şeye rağmen şükredebilmek esas… Ve galiba da arada kendimize anımsatmak gerek; hayatın akışında, seçimler kadar sürprizler de, gönüllü ve zorunlu değişimler de bazen insanı tam da olması gereken yere çıkarıyor… 😊

 

Yazmak ve Okumak, İşte Bütün Mesele- Duygu Karataş Röportajı

Bu ay karşınıza başlıca tutkuları “okuma” ve “yazmak” olan bir dostumla gelmek istiyorum.


İnsanın çok yakınını anlatması daha bir zormuş meğer; bu satırları karalarken, aman bir şeyler kaçırmayayım, eksik bir şeyler kalmasın duygusu hakim. Duygu demişken, “Duygu” ile yollarımız Boğaziçi Ekonomi sıralarında kesişti,  o gün bugündür de hayatımda. İyi ki de!  Dile kolay birininin 18 yaşından bu yana hayattaki yolculuğuna kimi zaman yakından kimi zaman uzaktan şahitlik yapmak. Söyleyin kim bazı buluşmalarınıza “Al sana göre bir eser, okudum aklıma sen geldin” diye kitap hediye ederek gelir. Benim için derin, hayatı ciddiye alan ama bunun yanında ufak da olsa keyif noktalarını kaçırmayan, saatlerce kâh sohbet edeceğiniz kâh dertleşeceğiniz bir yoldaş. Ona bolca kağıt, kalem ve çay verin ve gerisini boşverin.  

Bizim memlekette mezun olduğu bölümü icra edenlerin sayısı az. Çoğumuz meslek seçmiyoruz, meslek bir şekilde hayatta bizi buluyor, seçiyor. Bunlar arasından, içsel dönüşüm ve farkındalıklarla yerini bulanlarımızın sayısı hayli az, Duygu için tam olarak böyle. Kendi şansını kendisi yaratanlardan. Hem de tırnaklarıyla...

Okul bittiğinde 3 sene bir faktoring şirketinde müşteri ilişkiler departmanında kurumsal hayata atılır. Kendi deyimiyle, okuduğu bölümün kendine uygun olmadığını anlar. Çocukları için ara verir. Anne olmayı hayli zevkli bulsa dahi, kendi potansiyelini gerçekleştirememenin, kabına sığmak zorunda bırakılmanın sancılarını yaşar. Babasının kaybıyla Mario Levi’nin yazarlık atölyelerinde bulur kendisini. Yazmaktan çok hoşlandığını hatırladığı bir dönem olur burası. Nasıl olmasın? Çünkü küçükken nereye gitse elinde kağıdı, kalemiyle gezermiş. Kendi deyimiyle yaşama coşkusunu âdeta geri kazanır.

Sonrası çorap söküğü gibi gelir, Yeşim Cimcoz ile yolları kesişir. Ona alan açan ve yüreklendiren kadını takip eder. Bu arada ilk romanını tamamlar. Yazdıkça hafifler, hafifledikçe yazar. Geribildirimler konusunda deneyim kazanır. Yazıevi, hayatının vazgeçilmez bir parçası olur. Yaptığı geribildirimler ona YazıEvi’nde ders vermenin kapısını aralar; “Yazıya Giriş”, “Yazı Alıştırmaları” derken Yazıevi’nineğitmenlerinden birisi oluverir.  Kovid zamanı başta sanal ortama ayak direse de Sanal Yazıevi onu bu dönemde ayakta tutan demirbaşlardan biri hâline gelir.

Şeyda: Sevgili Duygu öncelikle hoşgeldin. Yazmak sana ne kazandırdı? Yazmak bir insana neler kazandırır?

Duygu: Hoş bulduk. Yazmak öncelikle kendime alan açmamı sağladı. Hayatıma çıplak gözle bakabilme cesaretini yazarak buldum. Her zaman kendimi sözle değil de yazıyla daha iyi ifade ettiğimi düşünürdüm, ama yazmayı sadece sevdiğim bir uğraş olarak gördüm uzun yıllarca. Şimdi yazmanın benim için bir uğraştan çok bir yaşam biçimi olduğunun bilincindeyim. Herkesin bir kendini var etme yöntemi var, benimki de yazmak.

Şeyda: Yazmak ve okumak bir paranın iki yüzü gibi, ayrılmaz bir ikili, müzisyen ve nota, ressam ve tablo gibi. Neler söylemek istersin?

Duygu:  Haklısın, ikisini ayrı düşünemiyorum. Okumadan yazmak ne kadar mümkün olabilir ki… Yazmak öğrenilebilir elbet, oturur, zaman, emek ayırır, yetiştirebilirsiniz kendinizi, ama çağdaş yazarları, edebiyat tarihinde iz bırakmış yazarları okumadan, o cümleleri, o hikayeleri, o karakterleri içselleştirmeden ne kadar yol katedilebilir? İnsan en çok da okuyarak öğreniyor nasıl yazılacağını. Bazen çok sevdiğiniz yazarları okuyarak, bazen de asla okumam diyeceğiniz yazarların kitaplarıyla haşır neşir olarak. Sevmedim dediğiniz kitaplarda bile yazar olarak sizin ne yapmak istemediğinize dair ipuçları bulabilirsiniz.

Şeyda: Şu an Yazıevi’nde “Geliştirici editör” olarak çalışıyorsun biliyorum. Geliştirici editör ne yapar, normal editörden farkı tam olarak nedir?

Duygu:  Yazarın kendi yazmış olduğu ve tamamlandığını düşündüğü bir metindeki aksaklıkları görebilmesi çok da kolay değil aslında. Söz konusu kendi metninizse, tekrar tekrar yaptığınız okumalarda, metne çok yaklaşmış olmanın verdiği bir körlük söz konusu olabiliyor.  Editör, tam da bu aşamada devreye giren yetkin bir üçüncü göz diyebilirim. Metne dışarıdan bakabilen, anlatım bozukluklarından tutun da yazım hatalarına, mantık hatalarına varana kadar aksayan bütün yönlerle ilgili olarak yazara geri dönüm verecek olan kişi.

Geliştirici editörlükte ise size ulaşan metin üzerinden(Burada bahsettiğim tamamlanmış bir dosya değil daha çok, üzerinde çalışılmaya açık metinler. Bu sadece parça yazılar olabilir, hatta bazen sadece bir fikir ya da bir olay örgüsü akışı ile de gelebilir yazar) vereceğiniz geri dönümlerle bir metnin geliştirilmesi, derdini daha iyi ortaya koyan bir metin haline gelmesi ve  tamamlanması konularında, üslubuna müdahale etmeden yazara ihtiyacı olan desteği ve geribildirimi sunmak daha çok.

Zihninizde dönüp duran, yazmak istediğiniz bir fikir var mesela. Bu fikri bir tohum gibi düşünelim. Nasıl bir tohumu ekerken, ilk başta toprağını havalandırır, tohumu güvenli bir şekilde yerleştirir, bir can suyu verirsiniz ve sonrasında da yeterli güneş ışığı, besin, su almasını sağlarsınız, elinizdeki fikrin, zihninizdeki hikayenin de zeminini hazırlarken ayaklarının yere sağlam basması için destek gerekebilir. Bu destek o tohumun baş verdiğini, filizlendiğini, yeşerdiğini görmek ve bu süreci yazarla beraber yakından takip etmek aslında. Geliştirici editörlük bir fikrin/metnin nasıl olgunlaştırabileceği, geliştirebileceği üzerinde yazarla işbirliği içinde olmak da diyebiliriz ki bu beni çok heyecanlandıran bir süreç. Yazarın sürecine, sıfırdan bir hikayenin doğuşuna şahit olmak müthiş keyifli.

YAZIDA DERİNLEŞMEK

Şeyda: Birkaç yazıma verdiğin geribildirim beni de çok beslemişti. Geribildirim vermeyi bilmeyen bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. Geribildirim nedir, nasıl verilmeli, yazıyı nasıl besler?

Duygu:  Biz yıllardır düzenli buluşan gruplarda yazılarımızı paylaşıp birbirimize geribildirim veriyoruz. Bu sürecin çok önemli ve yazarı geliştiren bir parçası bana kalırsa. Birbirinizin ilk okuru olabilmek yani. Bu noktada nasıl geribildirim vereceğiniz de bir o kadar önem kazanıyor. Karşınızdakinin yazma isteğini kırmadan, öncelikle yazıda yakaladığınız olumlu yönlerin altını çizerek, ki bunun her yazıda bulunabileceğine inanıyorum, takıldığınız noktaları da yazarın gelişimine katkıda bulunacak şekilde güzel bir dille ortaya koymak bahsettiğim. Olmamış diye kestirip atmak çok kolay, ama o olmadığını düşündüğünüz yerde, okur olarak akışta neler hissettiğiniz, sizi yazıdan koparanın, tökezletenin ya da orada ihtiyaç duyduğunuz şeyin ne olduğu konusunda yazara fikir verebilmek esas yapıcı olan.

Şeyda: Senelerini yazmaya vermiş biri olarak, yazmak sanırım en güzel şifa tekniklerinden biri. Yazmak bir insanı nasıl şifalandırır? Misal bu minvalde bana “yazar sızıntısı” denen bir olaydan bahsetmiştin. Biraz bunu açar mısın?

Duygu: Yazmanın şifa veren bir yanı olduğu doğru. Siz istediğiniz kadar kurgu yazın, yarattığınız her karakter, yazdığınız her hikaye sizden bir parça taşıyor oluyor. Birebir bir anınızı anlatıyor olmanız gerekmez, siz, yakın çevreniz, karşılaştığınız insanlar, sokakta şahit olduğunuz bir an yazdığınızın bir parçası oluveriyor. Yazarken her ne yazarsak yazalım kendi süzgecimizden geçirip bırakıyoruz düşüncelerimizi kağıda. O yüzden yazdıklarımızı bizden bağımsız düşünmek pek de mümkün değil. Yazmaya başladığım ilk yıllarda her öykümün içinde kendi meselelerimin olduğunu farketmiyordum. Mesela benim bir “saç” temam vardır, ilk zamanlarda yazdığım her şeye sızıyordu. Saçları gereğinden fazla sıkılıkta toplanmış karakterler, dolaşık saçlar, kısacık saçlı küçük kızlar, kalın, tok örgüler oluyordu hikayelerimde. Bunun benimle ilgil olduğunu keşfetmem uzun bir zamanımı aldı. Bu noktada hocam sevgili Yeşim Cimcoz’un katkılarını asla göz ardı edemem.

Yazdıklarımla en çok da kendime bir şey söylemek istiyordum belli ki. Bunu fark edip, kafamı kurcalayan, beynimin arka planında hep çalışan o meseleleri kağıda dökmeden başkalarına hikayeler biçemeyeceğimi kabul ettim ve kendi otobiyografik hikayemden yola çıkan, ama kurgu zeminine oturan, roman diye adlandırabileceğim, iki tane uzun soluklu metin yazdım.  Bu metinleri yazma sürecinde kendi hayatıma üçüncü bir kişi gibi dönüp bakmak, kurguya dönüştürdüğüm yaşantılarımın içinden geçmek bana çok iyi geldi. Hafifledim. Bu beni yazma konusunda da özgürleştirdi. Şu anda ne istersem yazabileceğimi bilmek müthiş bir özgürlük duygusu veriyor bana.

Şeyda: Her birimizin içinde bir yazar, bir anlatıcı, bir editör var dedin. Biraz açıklar mısın? Ne yapar bunlar, aradaki dengeyi kişi nasıl sağlasın?

Duygu: İçimizdeki anlatıcının hikayeleri var, hatta bazen o kadar çok anlatmak istiyor ki, kalemi elimize alınca onu durduramıyoruz. Bir de yazar var içimizde baş köşeye kurulmuş, o ise her anlattığımızı farklı, süslü cümlelerle, güzel anlatmamızı istiyor. Bir de editör var ki onun ben hep omzumun üzerinde oturup oradan baktığını düşünürüm yazılarıma. Aslında bu üçlünün bir aradalığı kıymetli, ama onları dengede tutabilmek herkes için o kadar kolay değil. Eğer anlatıcınız çok baskınsa sayfalar dolusu yazıp, o yazdıklarınızla ne yapacağınızı kestiremeyebilirsiniz. Anlattığınız hikaye nedir, neler birbiriyle ilintili, neler konu dışı ayırt edemeyebilir, kaybolabilirsiniz yazdıklarınızın içinde. Ya da yazarınız her cümleyi süslemek için “Bunu başka şekilde söyleyebilirsin, daha güzel ifade edebilirsin.” diyerek sürekli anlatıcınızın önünü kesiyor olabilir. İçimizdeki editörse bazen çok acımasız olabilir ve size zaten hiçbir zaman yazar olamayacağınızı, yazdığınız cümlenin hiç güzel olmadığını söyler durur ki bu noktada kalırsanız “yazar tıkanıklığı” kaçınılmazdır. Oysa o editör hepimize gerekli, ama onun ne zaman devrede olacağı o kadar önemli ki. En başta devreye giren baskın bir editör sizi yazmaktan uzaklaştırabilir. Toparlarsam yazarken üçünün de başka işlevleri var, ama hangisine ne zaman yüz vereceğinizi bilmek önemli, bu da aslında yazmaya ayırdığınız zamanla, emekle, tecrübeyle gelişen bir şey.

SON SÖZ

Şeyda: Şu an hangi eğitimleri veriyorsun, insanlar sana nasıl ulaşabilir?

Duygu: Şu an bireysel olarak verdiğim bir eğitim yok aslında. Pandemi benim çok da verimli geçiremediğim bir süreç oldu, ama önümüzdeki günlerde Sanal Yazı Evi üyeleri için yeni bir eğitim hazırlamayı düşünüyorum. Umarım sonbahara yetiştirebilirim. Bu arada çok yakında yine üyerimiz için bir diğer geliştirici editör arkadaşımla beraber Kitap Kulübü yapıyor olacağız. Okuduğumuz bir kitaba hem bir okur hem de bir yazar olarak nasıl bakabiliriz fikri üzerinden yürümesini planlıyoruz. Geliştirici editörlük de bir diğer yandan devam ediyor tabii ki. Elinde üzerinde çalışmak istediği bir dosyası olan, bu bitmiş bir öykü ya da roman olabileceği gibi, bir bütünlüğü olmadığını düşündüğünüz parça parça yazılar da olabilir, hatta aklımda bir şeyler var, ama bunu nasıl yazıya dökeceğimi, nasıl geliştireceğimi bilmiyorum diyenler de, bana ve elbette diğer geliştirici editör arkadaşlarıma Sanal Yazı Evi (https://sanalyazievi.com/) üzerinden ulaşabilirler.

Gönüllüğe Gönül Verenler- Gülcem Bayer Söyleşisi

 

Ankara’lı. ODTÜ Ekonomi mezunu. Onunla yolum YenidenBiz Derneği’nin “Mentorluk” programı kapsamında kesişiyor. Program gereği; iş değiştirme yolculuğumda bana yol arkadaşlığı yapması bekleniyor. “Mentorluk konusunda çok da tecrübe değilim,” diyecek kadar mütevazı. Bana yardım etme çabası taktire şayan. Tam bir gönül insanı.

Bankacılıkta MT olarak başladığı kariyeri bir tesadüf sonucu reklamcılığa kayıyor. Reklam ajanslarında on seneyi aşkın çalışıyor, özellikle pazarlama iletişimi konusunda pişiyor. Sonrasında özel bir müzede Pazarlama Direktörü olarak çalışıyor. Bu noktada yolu gönüllü çalışmalarla kesişiyor. Bir yandan kendine iş araraken, diğer yandan YenidenBiz Derneği’nin çalışma gruplarından, Pazarlama Birimi’nde çalışıyor. Bir çok yenilik, öneri, değişiklik getiriyor. O günleri “Kurumsal hayattaki gibi bizzat disiplinli çalıştım, ciddiye aldım, fikir veya görüş vermedim sadece”, diyerek özetliyor.

Bugün kendisi UNICEF Türkiye Milli Komitesi’nde İletişim Direktörü. Birçok insanın hayalini yaşıyor belki de, hem insanlığa hem dokunuyor, hem bundan maddi geçimini sağlıyor. Zaten ilk gönüllülük çalışması YenidenBiz’de, “Ne güzel insanlara faydam dokunuyor, bir de bundan para kazansam” demez mi. Sanırım bunu yürekten dilemiş ve Evren onun bu çağrısına iyi ki de kulak vermiş.

Birçok insan bu noktada durur değil mi? “Zaten ben bir şekilde insanlığa dokunuyorum,” diyebilir. Hayır o durmuyor ve böyle demiyor. Birçok yerde ilaveten gönüllü çalışıyor. Hayatının ana eksenlerinden biri “fayda yaratmak” ve bunu olabildiğince çok kişiyle “paylaşmak”. İlk sorum doğal da olarak buradan geliyor.

Şeyda: Hoşgeldin sevgili Gülcem. Konuya direkt girmek istiyorum . Anladığım kadarıyla günlük mesain dışında ayrıca gönüllü olarak çalışıyorsun. Nerelerde gönüllülük yapıyorsun bu aralar?

Gülcem: YenidenBiz’in adaylar için mentorluk programına devam ediyorum. KODA Derneği’ne (Köy Okulları Değişim Ağı) kaynak geliştirme iletişimi konusunda deneyimlerimi paylaşarak destek olmaya çalışıyorum. STK profesyonellerine kaynak geliştirme konusunda eğitim veren Fundraising Okulu’nda kaynak geliştirme iletişimi ve hikaye anlatıcılığı konusunda gönüllü eğitmen olarak görev alıyorum. Bunların dışında İstanbul Maratonu gibi spor etkinliklerinde farkındalık ve kaynak yaratmak üzere yardımseverlik koşusu yapmaya çalışıyorum. Bunların hepsinden öğreniyorum, fayda sağlamak iyi hissettiriyor, ama değerlendirebileceğim toplam zamanı düşünce daha fazlasını yapmam gerektiğini düşünüyorum.

Gönüllülük faaliyetleri Danimarka’da %57, ABD’de, Hollanda’da ve İsviçre’de % 53 gibi oranlarda iken Türkiye’de sadece %6,2. 

GÖNÜLLÜK AÇMAZLARI

Şeyda: Batı dünyasında gönüllü çalışmak çok yaygın, yurtdışında yaşadığım yıllarda gözlemlemiştim. Küçükken aile içinde başlıyor. Anne-baba gönüllü çalışıyor. Toplumun çoğu bir şekilde gönüllü işinde, yeri geliyor, okulda verilen cezalar bile bireyleri gönüllü işine yöneltmek üzere tasarlanmış. İş görüşmelerinde “ne kadar gönüllü işlerde çalıştıkları” önemli bir kıstas. Bu konuda neler söylemek istersin?

Gülcem: Dediğin gibi gibi gönüllü olmak özellikle gelişmiş ülkelerde hem daha yaygın hem de tanımı daha geniş. Gönüllü olmayı sadece STK’lar düzeyinde değerlendirmemek gerekir. Mahallenizde, okulunuzda yapılan bir etkinlikte çalışmak da aslında gönüllü olma kapsamına giriyor.

Bilgi Üniversitesi’nden Emre Erdoğan ve Pınar Uyan-Semerci’nin yayınladığı “Türkiye’de Gönüllülük, Deneyimler, Sınırlılıklar, Yeni açılımlar” kitabında yer alan Uluslararası Sosyal Araştırmalar Programı 2014 yılı sonuçlarına göre Türkiye’de yetişkinler arasında herhangi bir gönüllülük faaliyetinde bulunanların oranı sadece %6,2 ve araştırma kapsamındaki ülkeler arasında sondan ikinci durumda yer alıyor. Gönüllülük faaliyetleri Danimarka’da %57, ABD’de, Hollanda’da ve İsviçre’de % 53 gibi oranlarda. Bu rakamlar Türkiye’de gönüllülüğün düşük olduğunu gösteriyor.

2020 ve 2021’de COVID-19 salgını, iklim değişikliğinden kaynaklanan felaketler sosyal medyada bireylerin yardımseverlik konusunda insiyatif almasını arttırdı. Toplum, eşitsizlikleri gördükçe gönüllülüğe ve STK’lara bağış yapmaya daha fazla yöneliyor, dayanışma artıyor diye düşünüyorum. Birçok arkadaşım bağış yapmak ya da gönüllü bir iş yapmak üzere sosyal medyada kampanyalar yürütüyor. Aileler giderek artan oranda ve çocuklarının talebiyle STK’larda gönüllü çalışma olanaklarını araştırıyorlar. Şirketler sosyal sorumluluk çalışmalaırnı çalışanlarının gönüllü olarak katılabilecekleri bir yapıda şekillendirmeye daha çok önem veriyor. 2021'de özellikle gençler arasında, iklim değişikliği ile yerel düzeydeki mücadelelerden küresel gündeme dahil olmaya kadar yeni toplumsal hareket biçimleri gündemde. Hareketlerin tümü, iklim değişikliği, sosyal, politik ve ekonomik konularda küresel adalet ve eşitlik arayışında.

STK’lar yararına yapılan gönüllülüğün doğru algılanması önemli; örneğin “çocukların yararına gönüllü olmak istiyorum” diyen birinin pedagojik bir bilgisi yokken çocuklarla bir araya gelerek birlikte birşeyler yapmak gibi bir beklentisi olabiliyor. Halbuki, kendi deneyiminiz, beceri ve yetkinliklerinizi kullanarak çocuklar için fayda sağlayabilirsiniz. Örneğin benim yapmaya çalıştığım gibi, köydeki çocukların eğitimine fayda sağlayan bir derneğe dijital, pazarlama, finans gibi alanlardaki bilginizle fayda sağlayabilirsiniz.

“Gönüllülük” ülkemizde henüz dediğin gibi çocukluktan itibaren aileden gelen, doğal olarak gelişen düzeyde değil. Ama geçtiğimiz birkaç senede bir aşama kaydettiğimizi düşünüyorum. Araştırmalar eğitim düzeyi yükseldikçe gönüllülük oranının arttığını gösteriyor. Eğitim düzeyi yüksek ebeveynlerin çocukları gönüllülükle ilgili fikir sahibi oldukça ülkemizde gönüllülüğün artacağını söyleyebiliriz.


 
Şeyda: Gönüllülüğün ülkemizde gelişememe nedenlerinden biri olarak “gönüllüğü layıkıyla yönetememek” olduğunu konuşmuştuk. “Gönüllüğü yönetmek” kavramı tam olarak ne? Bu konuda paylaşabileceğin iyi örnekler neler?

Gülcem: Konunun uzmanı değilim, bu konuda araştırma yapanlar, makale ya da tez yazanlar var. Kendi deneyimlerimden yola çıkarak cevap vereyim. Gönüllü bir katkının faydalı olabilmesi için belli amaçlara ve hedeflere hizmet etmesi gerekir. Yani gönüllüleri yönetecek, yapılan işin hedeflerine somut katkısı olmasını sağlayacak düzenleyici bir otorite olması gerekiyor. Örnek vermek gerekirse, Adım Adım 2008’de kurulup faydalı bir şeyler yapmak isteyenleri bir çatı altında toplayana kadar Türkiye’de yardımseverlik koşusu yapmak diye bir kavram yoktu. 2021 itibarıyla Adım Adım gönüllüsü 104 bin koşucu STK’lar için 100 milyon TL’den fazla bağış toplamış durumda. Üstelik Adım Adım’ın kendisi de tamamen gönüllülerden oluşuyor. Adım Adım yapısında yer alan gönüllüler etik olma amacıyla kurulan teknolojik araçların yardımıyla yardımseverlik koşusu yapmak isteyen diğer gönüllüleri yönlendiriyor, motive ediyor. Eğer Adım Adım kurulmasaydı, yardımseverlik koşusu yapmak isteyenlerin kişisel çabası sorgulanır, bu kadar büyük bir etki yaratamazdı. Yani bir gönüllü grubunu çalıştıkları konuyla ilgili bilgilendirecek, çalışmalarını yönetecek, hedeflere göre yönlendirecek, sonuçların takibini ve raporlanmasını sağlayacak düzenleyici bir otorite olması somut etkiye ulaşmayı sağlıyor.

Yani gönüllü bir grupla çalışacaksak, gönüllüleri çalışacakları konuda iyi bir bilgilendirme sürecinden geçirmemiz, grubun hedeflerini, takvimini, iş planını oluşturmamız, sorularına ve gündelik ihtiyaçlarına cevap verebilmemiz, takip ve raporlama yapmamız ve iletişimi canlı tutmamız gerekiyor. Bunu layığıyla yapmak da insan kaynağı ve zaman gerektiriyor.

Ne yazık ki birçok STK yaratacağı faydaya rağmen insan kaynağı ve zaman kısıtı nedeniyle gönüllüleri kabul edemiyor. Pandeminin etkisiyle kişilerin veya arkadaş gruplarının artan oranda gönüllülük yapma arayışında olduğundan bahsetmiştim. Biz STK’ların, gönüllü olmanın yollarını arayan bu grupların desteğini almanın verimli yollarını bulmamız gerekiyor. Buna kaynaktan yararlanmak üzere yeniden şekillenmemiz gerektiği gibi bu konuda STK’ları destekleyen sosyal girişimlerden daha fazla faydalanabiliriz. Adım Adım’dan bahsettim. Örneğin AbilityPool diye bir platform var; kurumlardaki gönüllü potansiyelinin ilgi alanına, yetenek ve yetkinliğine uygun projeleri keşfetmesini sağlıyor, takip ediyor ve raporluyor. STK’ları destekleyen bu tür sosyal girişimlerin artması daha fazla fayda yaratmaya destek oluyor.

Türkiye’de bireylerin yardım ve bağış yaptığı ancak bu bağışları STK’lara yapmayı tercih etmedikleri görülüyor.

GÖNÜLLÜLÜK VE BAĞIŞ

Şeyda: Ülkemizde “gönüllüğün” çok gelişememe nedenlerinden biri kaynak yetersizliği. Kaynak sadece “bağış” mı demek? Sivil toplum örgütleri nasıl kaynak yaratabilir, nerelerde karnesi “iyi”, nerelerde “zayıf”? “Kaynak Geliştirme”, Kaynak Geliştirme İletişimi” senin uzmanlık alanın. Bu konuda yıllarca çalışmış biri olarak neler söylemek istersin?

Gülcem: Kaynak sadece bağış değil, aynı bireylerin gönüllü destek vermesinin bir değeri olduğu gibi özel sektör şirketleri de kendi varlıklarıyla, hizmet ve ürünleriyle STK’ları destekleyebilir.

Kaynak geliştirme iletişimi deyince aslında iletişimle aynı kurallar geçerli. Nasıl bir markanın büyümesi için hedef kitleleri nezdinde farkındalık ve bilinirlik yaratması, kendini onlara daha iyi anlatması, güven duygusu ve bağlılık yaratarak marka itibarını satışa döndürmesi söz konusuysa, STK’ların da farkındalık yaratma, bilinirliğini yükseltme, hedef kitleye uygun kaynak geliştirme “ürünlerini” geliştirme, hedef kitlenin duygularına dokunurken iletişimde yaratıcı olarak öne çıkma yolunu izlemesi gerekiyor. Markalar için de önemli, ama STK’lar için bağışçıların güvenini sağlamak çok kritik. Güven ve bağlılık yaratmak, ve bağışa teşvik etmek üzere şeffaflık, verimlilik ve etkinlik odaklı bir kaynak geliştirme iletişimi gerekiyor. Gün geçtikçe farklı alanlarda artan ihtiyaçları karşılamak insani yardım ve sivil toplum kuruluşlarının daha etkili ve verimli çalışmasını gerektiriyor. Tüm alanlarda profesyonel uzmanlıklara ihtiyaç büyüyor. İnsani yardım ve sivil toplum dünyası, diğer sektörler gibi rakamlarla konuşuyor, performans odaklı çalışıyor. Kaynak geliştirme iletişimi de evriliyor, teknolojinin etkisiyle de sürekli dönüşüyor.

Şeyda: Bireysel düzlemde de, bu kavramın yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. Maddi yardım yapan “gönüllü” oldum sanabiliyor. “Bağışçı” ve “gönüllü” arasındaki farklar neler? Türkiye’de bu iki kavram, ne durumda?

Gülcem: Sivil toplum kuruluşlarına bağış yapan kişilerin gönüllü değil “bağışçı” olarak kabul edilmesi gerekiyor. Emek ve zamanını vererek sivil toplum kuruluşlarını destekleyen kişiler ise gönüllü olarak tanımlanabilir. Bağışlar sivil toplum kuruluşlarının daha büyük fayda yaratması için çok kıymetli. Can damarı diyebiliriz; zaten bu nedenle kaynak geliştirme odaklı çalışmak, mecburen, gönüllü odaklı şekillenmekten daha öncelikli oluyor. TÜSEV’in 2016’da yayınladığı Türkiye’de Bireysel Bağışçılık ve Hayırseverlik Araştırması’na göre Türkiye’de bireylerin yardım ve bağış yaptığı ancak bu bağışları STK’lara yapmayı tercih etmedikleri görülüyor. Hatta bağış rakamları oransal olarak Avrupa ülkeleri ve ABD’nin çok da gerisinde kalmamasına rağmen, Türkiye’de bireylerin yardım ve bağışlarını bir STK aracılığıyla yapmamaları önemli bir veriydi.

114 ülkeye ilişkin değerlendirmelerin bulunduğu Dünya Bağışçılık Endeksi 2021 raporuna göre, Türkiye, tanımadığı bir kimseye yardım etmede %59 oranla 48. sırada, sivil toplum kuruluşlarına yapılan bağışlarda %25 oranla 75.sırada ve gönüllülük için harcanan zamanda %10 ile 99. sırada yer alıyor. (TÜSEV)

Gönüllülük, hayatımızdaki iyi şeyleri, iyi olduğumuz konuları, becerilerimizi kendimize hatırlatmaya yardım ediyor.

SON SÖZ

Şeyda: Gönüllü olarak çalışmak sana neler kazandırdı? “Gönüllü” olarak çalışmak, bir insana genel olarak neler kazandırır?

Gülcem: Toplumsal faydaya katkıda bulunmak insana çok iyi geliyor. Ayrıca tabi ki bu tek taraflı bir ilişki değil, gönüllü olarak her deneyimden yeni şeyler öğrendiğimi, kendimi daha iyi tanıdığımı biliyorum.

Salgın bize ne kadar belirsiz bir dünyada yaşadığımızı gösterdi. Hayatımızı alt üst eden ve zevk aldığımız birçok şeyden bizi mahrum bırakan bu belirsiz zamanlarda, hayatımızdaki olumlu şeyleri gözden kaçırmak ve aslında çok şanslı olduğumuzu unutmak kolay. Araştırmalar, minnettarlık duygusunun mutluluğun temel itici gücü olduğunu gösteriyor. Gönüllülük, hayatımızdaki iyi şeyleri, iyi olduğumuz konuları, becerilerimizi kendimize hatırlatmaya yardım ediyor.

Şeyda: En son olarak, bir insan “gönüllü” olmak istiyor ve nereden başlayacağını bilemiyor. Nereden başlayabilir, neler yapabilir?

Gülcem: En pratik ve zevkli gönüllük deneyiminden bahsedeyim, ilk gönüllülük deneyimimde paralel olarak ilk yaptığım şeylerden biriydi ve çok iyi hissettirdi: Adım Adım gönüllüsü olarak yardımseverlik koşusu yapmak. En pratik diyorum, çünkü yardımseverlik koşusu yapmanın gerektirdiği bütün süreci, yapmanız gereken herşeyi Adım Adım size sunuyor. Şehrinizdeki bir koşuya katılarak, yürüyerek bile gönül verdiğiniz konuda farkındalık ve kaynak yaratmanız mümkün. Sizin sadece verilen yönlendirmelere güvenmeniz ve denenip başarıya ulaşmış yolu izlemeniz yeterli oluyor. İlk yardımseverlik koşumda arkadaşlarıma çekinerek bağış isteyen e-postamı gönderdikten sonra gelen bağışlar göğsümü kabartmıştı, fayda sağladığım için beni çok mutlu etmişti. Sonrasında da yardımseverlik koşusu yapmaya devam ettim. Gönüllü olmak isteyenler sonraki aşamada gönüllülerle çalışan STK’ları araştırıp kendi beceri ve yetkinlikleriyle katkıda bulunmanın yollarını bulabilirler.

Şeyda: Teşekkürler Gülcem...

Ilımlı ve Çok Yönlü Yazarımız; Martıdaş Öztaş


TED Ankara Koleji, ODTÜ Makine ve ODTÜ İşletme Yüksek Lisansı ile 18 senelik eğitim hayatında öğrendiklerini 2006 sonrasında unutma sürecine girip, yeniden öğrenmeyi seçti, yeniden bir yolculuğa başladı,” diye anlatır kendini Deniz Öztaş dergimiz Martı’da okuyucularımız için. Beni en çok etkileyen, tesadüfen girdiği yüksek lisansta, tek bir cevabın olmaması nedeniyle çokça zorlandığı pazarlama alanından kariyer hayatına devam etmeyi seçmesi. “Düşünsene, pazarlama dersi aynen hayat gibi, tek bir cevap yok, bir mühendis için ne kadar zor olabiliyor” diyor. Bu ise onu yıldırmıyor; Samsung, LG, BenQ gibi firmalarda Pazarlama Müdürlüğü derken Genel Müdürlüğe kadar yükseliyor.

2010 yılı Yasemin Sungur (Martı Dergisi kurucusu) ile tanışmasını, ondan koçluk almasını hayatının önemli dönüm noktalarından biri olarak tanımlıyor. Nasıl olmasın? Gerek Bilgi Üniversite’sinde dersler vererek gerek bizzat koçluk yaparak, başını kurumsal hayatın dışına yavaş ve emin adımlarla çıkarmaya başladığı dönem bu.

2000 yılında başladığı kurumsal hayatına, 2016 yılında kendi isteğiyle noktayı koyuyor. Hiç boş durmuyor; Aile ve Organizasyon Sistemi uygulayıcısı, araştırıyor, blog tutuyor, Martı için yazıyor, öğrenciler yetiştiriyor, eğitimler veriyor. Özelikle film ile ilgili yazılarını okumanızı hararetle öneririm. Filmleri izlemiyor, âdeta derinden yaşıyor, yaşatıyor, içindeki bilgelikle harmanlayıp okuyucularıyla buluşturuyor. Kurumsal eğitimleri için zihinselpazarlama.com, aile&organizasyon dizilimi çalışmaları için denizoztas.com adreslerinden kendisine ulaşabilirsiniz.   

AİLE DİZİLİMİ

Şeyda: Hoşgeldin sevgili Deniz. İzninle, senin gönül verdiğin “Aile Dizilimi” ile başlamak istiyorum. Bildiğim kadarıyla kişisel bir sorunun için başvurduğun psikolog seni nefes seanslarına, nefesteki uzman ise aile dizilimine yönlendirir. Karşına çıkan insanların açık görüşlü olması büyük bir şans kanımca. Hiç bilmeyenler için, aile dizilimi nedir? İnsanlar aile dizilimine neden gelsin?

Deniz: Merhaba sevgili Şeyda. Öncelikle bu samimi röportaj için teşekkür etmek isterim. Aile dizimi eğitimi aldığım iki Alman eğitimenden bir derdi ki “Her şey aile ile ilgilidir.” Benim gibi çekirdek aile ile büyüyen; memleketine, oradaki akrabalarına bir parka uzak olan biri için bu anlamak zordu. Oysa katıldığım ilk grup çalışmasında anladım ki; hayatımızda bizi rahatsız eden önemli konuların hepsi çocukluğumuz, ebeveynlerimiz ve atalarımıza bağlı – hatta göç varsa anavatanlara bağlı. Aile dizilimi belki bir konuya odaklanarak danışanın sadece izlediği – en azında başında öyle – psikodramaya benzer bir grup çalışması. Sizi ve geçmişinizi hiç bilmeyen diğer katılımcıların sizi, sizin çocukluğunuzu ve aile üyelerini canlandırdığı sıra dışı bir çalışma. Sıra dışı diyorum çünkü deneyimlemesem kimse beni ikna edemezdi heralde. Bu çalışa sırasında ortaya çıkan aile dinamiklerindeki rahatlama ve danışandaki ‘yeni anlayış – bakış açısı’ hayatın sonraki aşamalarında derinden olumlu bir etki yaratıyor. Kimler aile dizilimine katılmalı? Herhangi bir sıkıntısı olan herkes. Aile dizimi prensiplerini anladıkça hayatımızda normal gibi algıladığımız bazır durumların da dengesiz bir dinamik olduğunu keşfedebilirsiniz – aşırı yardımseverlik, çocuklara fazla düşkünlük, çocukla arkadaş gibi olma… vs.

Şeyda: Aile dizilimini kurumlara taşınmış hali organizasyon dizilimi mi oluyor? Gerek aile gerek organizasyon dizilimi olsun, yaşayıp unutamadığın ilginç bir deneyimi paylaşır mısın?  

Deniz: Evet. Evrende her şey sistemlerden oluşuyor, dolayısıyla organizasyonlar için de dizilim açmak mümkün. Genellikle bireysel danışanlar kendi şirketleri ve seçimleri için dizilim açtırıyorlar. Henüz sistem dizilimi büyük kuruluşlarda çok yaygın değil. Bir gün bir kurumsal dizimde CEO ve CEO Yardımcısı arasındaki sıkıntı ele alındığında gördük, CEO Yardımcısı, CEO’yu babası ile karıştırıyor. Babası ile yaşanmış sıkıntılar iş ilişkilerine yansıyor. Bir seans, üç ay sonra CEO Yardımcısı başka bir büyük firmada CEO olarak göreve başladı. Benzer deneyimlerim kendi hayatımda da var. Bazen sadece dinamiği fark etmek ve yürekten kabul etmek bir çok değişime sebep oluyor.

EĞİTİME DAİR

Şeyda: Bir eğitmen olarak istisnasız her eğitmene sorduğum soruyu yinelemek isterim; pandemi sonrası neler değişti eğitim dünyasında? Eğitim dünyası gelecekte nasıl şekillenecek, hangi başlıklar öne çıkacak?

Deniz: Pandemi eğitimler için fırsat oldu. Zaten var olan internet üzerinden eğitim uygulamaları yaygınlaştı. İnsanlar evde, yolda veya bazen sadece dinleyerek bir çok eğitime ulaşmaya başladı. Bu alışkanlık azalsa da – yüz yüze eğitimlerin tadı farklı – online hayatımızdan çıkmayacak. Son zamanlarda en azından benim cephemde fark ettiğim insanların kendileri ile ilgili arayışın arttığı. Dolayısıyla kişisel meselelerin çözüldüğü – insanın kim olduğunu ve kim/ne olmadığını anladığı eğitim ve uygulamalar yaygınlaşacak.

Şeyda: Haftada 2 gün kurumsal eğitim veriyorsun. Telefonda “Pandemi fırsat oldu bizlere” dedin. Pandemiyi fırsata nasıl  çevirdin?

Deniz: Pandemi dönemi doğal olarak insanlar sosyalleşme ve kendilerine yatırım yapma ihtiyaçlarını sosyal medya ve internet üzerinden sağladılar. Instagram ve zoom platformlarında ücretsiz tanıtımlar, mevcut çalışmalara ücretsiz katılım birer fırsat oldu. Web sitemi (denizoztas.com) yeteri kadar yenileme ve besleme imkânı bulurken, insanların taleplerine göre kısa yazılar veya uzun röportajlarla içerik olarak insanların sorularına cevap vermeye çalıştım. Kurumlar ise evde çalışırken, eğitimleri de evlerinde alma seçeneğini fark etti ve bunu değerlendirdiler. Kriz zamanında kendine ve çalışanlarına yatırım yapan herkes uzun vadede bunların meyvesini toplayacaktır.

Şeyda: Şu an hangi eğitimleri veriyorsunuz? “Kabile Liderliği” eğitimini ilk senden duydum, içeriğini biraz açar mısın?

Deniz: Deniz Öztaş aile sistemi uygulayıcısı olarak bu işi yapmak isteyenlere 2019’dan beri eğitimler veriyor, onları uygulayıcı olmak adında yetiştirmeye gayret ediyorum. Kurumsal taraf ise benim bazı eğitimlerimi sunan eğitim firmaları ile çalışıyor. Bunlardan en etkili olanı 2014’den beri beraber olduğumuz “İstanbul Eğitimler”. Ağırlıklı olarak NöroPazarlama, Marka Strateji, Kabile Liderliği gibi eğitimler vermekteyim.

Kabile liderliği aile dizilimi prensipleri ile örtüşen değişik bir bakış açısı. Türkiye’de başka vereni duymadım. Ben de online olarak yabancı kökenli bir eğitmenden aldığım bilgileri kendi deneyim ve bilgilerime dayanarak harmanladım. İnsan zihni evrimsel gelişiminin, günümüzdeki takım yapısını halen etkilediğini anlayarak daha etkin ekipler kurmak için kullanılabilecek bir araç. Aynı zamanda kabileye bir anlam yatarak bağlılığı artıracak bir program. Aile dizilimi gibi; kısa, net ve etkili. 

KENDİNİ DÖNÜŞTÜRME YOLUNDA

Şeyda: Kendini dönüştürme yolculuğunda, arayış hiç bitmiyor. Sufizm, Taoizm derken aslında hepsinin özü aynı, aynı şeyi farklı şekillerde söylüyorlar diye konuşmuştuk hatırlarsan. Herkesin yolu ve zorluğu farklı olmakla beraber, bu yolculukta en zorlandığın yan ne oldu?

Deniz: Bu yolculukta en çok zorlayacak yan, insanın kendi vehçeleri . Hepimizin içinde hayatta kalmak adına oluşturduğumuz ve sonunda ‘Kişilik’ dediğimiz İç Parçalarımız. Tanrıları Okulu’ndaki gibi dışarıda hiç bir şey yok. Her şey içimizin yansıması. İçimiz ise çocukluk ve atalardan miras… Kendini bilmek en zorlayıcı taraf…

Şeyda: Yine bu yolda inanılmaz yatırımlar yaptığını biliyorum kendine, psikoloji, kuantum derken...Aldığın derslerden, sana kattıklarından, en çok etkilendiklerinden biraz bahseder misin? Nasıl seçtin onları, onlar mı senin karşına çıktı?

Deniz: Taoizm, 5 Element, Sufizim, Aile Dizimi, Nörobilim derken insanı anlamak için kitap okumak ve eğitim almak hiç bitmeyen bir yolculuk gibi. Okuma hızından fazla kitap almak da diğer bir alışkanlık.

Liderlik ve Kariyet Koçluğu eğitimlerini sistemik bakış açısı ve Nörobilim ile desteklemek bana inanılmaz bir koçluk modeli ortaya çıkardı. Geleceğe doğru ilerleyen birinin, geçmişinden görünmez ve bilinmez bir engel ile aynı anda çalışmak o kişi için  bir fırsat. Aile dizilimi için bir çok psikoloji sertifikası aldım, bunlardan bazıları; Temel Psikoloji, Genel Psikoloji, Aile Psikolojisi, Evlilik ve Çift Terapisi, Kişilik Psikolojisi… Bunların dışında NöroEkonomi ve Irrational Behavior gibi yurt dışı kökenli eğitimler de sayılabilir. Bazılarını ben seçtim, bazıları karşıma çıktı.

SON SÖZ

Şeyda: En son olarak senin de bünyesinde yer aldığın Martı Dergisi okuyucuları ile neler paylaşmak istersin?

Deniz: Martı Dergisinde uzun süreden beri yer almak bir mutluluk ve ayrıcalık. Kurucumuz Sevgili Yasemin Sungur’un bizlere verdiği imkân ve cesaretten dolayı teşekkür ediyorum. Yargısızca bizlere kapılarını açan bu ailenin bir parçası olmak, okuyucu ile bağ kurmak, diğer yazarları okuyup beslenmek tarifi zor bir fırsat. Tamamen gönüllülük esasına göre içerik oluşturan Martı Dergisi’nin elit okuyucu kitlesini çok seviyoruz. Teşekkürler.

Sakin Güç: Martı Dergisi Yazarlarından Anıl Akın

Yine uzun yıllar kurumsal alanda çalıştıktan sonra kendi deyimiyle yeni ufuklara yelken açıp eğitim, koçluk, danışmanlık alanına adım atmış bir arkadaşımla karşınızdayım. Martı Dergisi’ni yakından tanıyanlar bilir, kendisi dergimiz için yazılar yazıyor . “Annemin Ardından” yazısı halen çok okunanlar listemizde. Yaşam amaçlarından bir tanesi, bir yazısının başlığında belirttiği gibi “Hayat Boyu Öğrenci Olmak”.

saca özetlemek gerekirse; 92 yılından bu yana iş yaşamında, cep harçlığını çıkartmak için hem çalışıp hem okuyanlardan. İlkin, bir İletişim Fakültesi mezunu olarak TRT ve özel sektör dahil medya dünyasında çalışır. Aradığını bulamayınca yeni arayışlara girer. Yolu Anadolu Efes ile kesişir. Dile kolay; 20 sene aynı kurumda çalışır. Ağırlıklı satış bölümünde çalışır; her aşamasında çalışıp elemanlar yetiştirir. Güzel bir tesadüf neticesinde, Satış Bölümü’nün altında açılan Eğitim Gelişim Müdürlüğü’nün başına getirilir. Böylelikle eğitim dünyasının kapıları kendisine iyice aralanır. Yine yoluna çıkan, halen ilişkide olduğu FODER ve Uğur Böcekleri ise, Anıl’ın kişisel gelişim eğitimlerini farklı mecralara taşımasını sağlar. 

Herşeyin giderek kaotikleştiği bir zamanda, onun sakin duruşu bana hayli iyi geliyor. Sahi satış kökenli değil miydi, satışçılar genelde heyacanlı, gürültücü tipler arasından çıkmaz mıydı? (alınmasınlar ama benim çalıştığım sektörlerde böyleydi en azından ) İlk sorum doğal olarak buradan geliyor. 

Şeyda: Hoşgeldin sevgili Anıl. Satıştaki yanlış algılar neler? Uzun yıllar bu sektörde çalışmak sana neler kazandırdı?

Anıl: Hoş bulduk Şeyda:)

Satışla ilgili uluslararası yapılan bir çalışmada ankete katılanlara şunu sormuşlar. Satıcı deyince aklınıza gelen kelimeler neler? Toplamda 25 kelimede kümelenmiş ve bunları 20 tanesi olumsuz. Israrcı, çok konuşan gibi. Oysa bunca yıllık çalışma hayatımda başarılı satıcılarda şunları gördüm. Örneğin çok konuşan değil, çok iyi dinleyen insanlar bunlar. İyi dinlediği için müşterinin derdini, sıkıntısını, ihtiyacını öğrenip doğru soruları sorabiliyorlar. Ardından müşterisine çözümü öneriyorlar. Bir başka özellikleri takipçi olmaları. Müşterinin sorununu çözmeye yönelik takip ediyor, onu mutlu etmeye çalışıyorlar. Dürüstlük işin başında yer alan ve olmazsa olmaz özelliklerden biri.

Satıcılık bana ne kazandırdı? Öncelikle çok sayıda yeni insanla tanışma fırsatı buldum. Harikulade insanlarla buluştum, ömür boyu dost olduklarım oldu. İnsanları satış sürecinde daha yakından tanıma fırsatı buluyorsunuz. Satış aslında bir duygu transferidir. Siz doğru transferi yaparsanız mutlaka satışı gerçekleştirirsiniz.

Ünlü bir satış gurusunun ifade ettiği gibi “İnsanlar kendilerine bir şey satılmasından nefret ederler, ancak kendileri bir şey almaya bayılırlar”. Ben daima müşterilerimde alma isteği yaratmaya çalıştım.

Şeyda: Satıştan edindiğin tecrübelerin eğitim dünyasına katkıları neler oldu?

Anıl: Eğitim dünyasında çok büyük faydalarını gördüm. 20 yıl bir yerde çalıştıktan sonra bambaşka şirket ve kurumlarla eğitim vasıtasıyla tanıştım. İşin özünde insan olduğu için temel dinamiklerin aynı olduğunu gözlemledim. Şu ana kadar 130’un üzerinde farklı şirket ve kurumda binlerce kişiye ulaştım. Eğitim ve danışmanlık sürecinde, satıştaki deneyimlerimin ne kadar faydalı olduğunu gördüm. Satışta çalışmak beni manevi anlamda çok geliştirdi.

EĞİTİME DAİR

Şeyda: Pandemi sonrası neler değişti eğitim dünyasında? Eğitim dünyası sence nereye evrilir, gözlemlerin neler?

Anıl: Pandemide eğitimde hızlı bir online eğitim süreci gelişti. Hızla eğitimler, webinar’lar seminerler yapıldı. Bunlar adeta sağanak gibi üzerimize yağdı. Ancak geçen iki yıldan sonra gördük ki, eğitimlerin tamamen online’a geçmesi mümkün değil. Zira katılımcılar da bundan memnun değil. Sınıf ortamını yaşamak, şirketin dışında bir yerde olmak, konstantre olmak onlara da, bize de iyi geliyor. Bununla beraber online eğitimlerin getirdiği büyük bir maliyet avantajı var. Ben gelecekte hybrid (karma) bir sistemin olacağını öngörüyorum. Hem sınıf içi hem de online eğitimler olacak.

Şu an hangi eğitimleri veriyorsunuz? Senin en çok keyif aldıkların hangileri?

Anıl: Yıllardır satışta çalıştığım için satış eğitimleri ve yöneticilik eğitimleri veriyorum. Satış başlığı altında müşteri ilişkileri, müzakere ve ikna, marka yönetimi gibi başlıklar veriyorum. En keyif aldığım başlıklar Profesyonel Yönetim Becerileri ve Etkili Satış Teknikleri eğitimleri. Bir de benim üzerinde çok emek verdiğim “Verilerle Bağ Kurmak” adlı, dizayn ettiğim eğitimi vermeyi çok seviyorum. Ünlü yönetim gururu Peter Drucker; “Ölçemediğini yönetemezsin” der. Ben buna çok inanırım. Sayıların, rakamların gücüne ve rasyonel bilgiye katkısına inanırım. Bu eğitimi o yüzden de vermeyi çok seviyorum.

Bu eğitimi oluştururken başka bir firmada çalışıyordum. Tanıtım yazısı ve içeriğini ortak klasörlere yüklemiştim. Daha sonra, aynı anda orada beraber çalışmadığımız bir eğitmenin bu ortak klasörü kullanarak içeriğimi, tanıtım yazımı kelime kelimesine kullanması beni gerçekten üzdü. Hiç etik olmayan bir davranış. Bir eğitmen bunu yaparsa varın diğer örnekleri siz düşünün.  

ESAS OLAN GÖNÜLLÜLÜK

Şeyda: FODER ve Uğur Böcekleri’nden yola çıkarak sormak istiyorum. Gönüllü eğitimler verdin bu çatılar altında. Hayatının önemli alanlarından biri gönüllülük, hâli hazırda iş ve aile yaşamın dışında bu alana yoğun zaman ve emek harcıyorsun. O zamanlar neler yaptın, şimdiki gönüllü faaliyetlerin neler?

Anıl: Türkiye kaynak açısından zengin bir ülke ancak yönetsel zaafiyetler her alanda mevcut. Bizim ortalama eğitim süremiz 6.5 yıl. Yani biz eski usulde ortaokul 2’den terk bir milletiz. Dolayısıyla bilgiye ve eğitimin gelişmesine büyük ihtiyaç var. Devletin her şeye yetişmesi mümkün değil. Dünyanın en çok mülteci alan ülkesiyiz. Kendi dertlerimiz yetmezmiş gibi başka coğrafyalarda yaşanan sıkıntıların bedelini de biz ödüyoruz. O zaman ne yapmak gerekiyor? Topluma daha fazla katkıda bulunmak için gönüllü faaliyetlere destek olmak gerekiyor. Ben gönüllülüğün gücüne çok inanıyorum. Bu faaliyetlere 2000’li yıllarda başladım. FODER (Finansal Okur Yazarlık Derneği) ve Uğur Böcekleri’nde aktif gönüllü eğitmenlik yapıyorum. Bundan da büyük mutluluk duyuyorum. FODER’le çocuklara ve gençlere finansal okur yazarlıkta temel bilgileri öğretiyoruz. Uğur Böcekleri’nde ise bizim çok önemsediğimiz 5 değeri anlatıyoruz. Bunlar; yurt sevgisi, dürüstlük, iş kalitesi, girişimcilik ve hoşgörü. 

Bir diğer gönüllü faaliyetim İTÜ Çekirdek’de genç girişimcilere mentörlük yapıyorum. Harikulade fikirler duyuyorum, girişimlere şahit oluyorum. Ülkem adına çok ümitleniyorum.

Gönüllülüğün bir başka katkısı da, farklı sektörlerden dostlar ediniyorsunuz. Özverili, samimi arkadaşlar ediniyorsunuz. Network oluşturma anlamında da bu müthiş bir fırsat.

Şeyda: Yurtdışında gönüllü olmak çok önemli, Londra’da yaşadığım yıllarda gözlemlemiştim. İstisnasız toplumun çoğu bir şekilde gönüllü işinde, iş görüşmelerinde ne kadar gönüllü işlerde çalıştıkları soruluyor, hatta bazı kamu cezaları bile bu kapsamda veriliyor; huzur evlerinde yaşlılara kitap okuma  vbg. Türkçe tam karşılığını bulamadığım, “Community” kelimesi çok yaygın. Bu konuya dair neler demek istersin? Neden bir insan gönüllü olmalı? Bunun yaygın hale gelmesi bir topluma neler kazandırır? 

Anıl: Bence herkes mutlaka gönüllülüğü deneyimlemeli. Özellikle batıda gençler sürekli gönüllü faaliyete teşvik ediliyor. Topluma ne kattı, bu konuları ne kadar önemsiyor? Bu benim ruhuma iyi gelen bir etkinlik. Zaten ülkede şartlar ağır, insanlar mutsuz. Hiç olmazsa bu tarafta birbirimize destek olarak bu zor zamanları aşmak mümkün. Ülkemizde gerçekten iyi STK’lar var. Onlara destek verebilir gençler; Uğur Böcekleri, FODER, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, TEMA…

SON SÖZ

Şeyda: En son olarak senin de bünyesinde yer aldığın Martı Dergisi okuyucuları ile neler paylaşmak istersin?

Anıl: Martı okuyucuları nezih bir topluluk. Okumayı seven, aydın bir kitle. Bizim çok ama çok okumaya ihtiyacımız var. Ülkede 6 kişi 1 kitap okuyor yılda. 6 kişi birleşince kitaba, 7 kişi birleşince Kurban’da danaya giriyoruz :) Çağdaş ülkelerle aramızda farkı kapatmanın başka yolu maalesef yok. Çok okumak ve çok çalışmak zorundayız.


Koçluğa Dair Sohbetler 3- Zeynep Evgin Eryılmaz


Şeyda: Öncelikle Zeynep hoşgeldin. Hemen konuya girecek olursak; Sanat Terapisi nedir?

Zeynep: Sanat Terapisi, kişinin seans içinde terapist veya koçun yönlendirmesiyle bir ifade aracı olarak sanatı kullandığı bir metodolojidir. ‘Sanat’ derken kişiden sanatçı olması veya belli bir yetenek beklenmez.

Aslında ‘Sanat Terapisi’ dendiğinde akla ilk boya, heykel veya çeşitli görsel malzemeleri kullanarak yapılan seanslar akla gelir. Ben daha çok ‘Dışavurumcu Sanat Terapisini’ kullanıyorum. Dışavurumcu Sanat Terapisi kendini görsel sanatlarla kısıtlamaz ve pek çok modaliteyi içine alır. Boya, ses, hareket, drama, yazı, hayalgücü, şekillendirme, oyun gibi yöntemleri kullanarak kişi hem kullanmadığı kaynaklarını keşfeder, hem de duygu ve düşüncelerine daha derin bir farkındalık kazanır, sonucunda da getirdiği konulara bambaşka bir yerden bakar. Yaratma süreci terapist/koç ve danışan ile birlikte şekillendirilir. Hem ortaya çıkan, hem de süreç birlikte değerlendirilir. Fakat bu değerlendirmede koç/terapist yorum yapan ve yargılayandan ziyade meraklı bir kaşiftir. Sanat ve Dışavurumcu Sanat terapisi bu açıdan son derece fenomenolojik bir yaklaşımdır. Yani hiçbir şeyin önden belirlenmiş bir anlam ve analizi yoktur. Anlam anın içinde ve kişiye özel ‘burada ve şimdi’ üretilir.

Şeyda: Sanatın kendisinin zaten iyileştirici bir gücü yok mudur? Yani terapötik bir yanı?

Zeynep: Evet, doğru, sanatın kendisi iyileştirir. Yani sadece sanat yapmak, farklı becerilerimizi kullanmak bizi ‘burada ve şimdi’ye getirir. Bizi duygularımızın ve zihnimizin kısırdöngüsünden kurtarır. Bunun yanı sıra estetiğin ve özenerek bir şeyler üretmenin kişiyi iyileştirdiğine dair de pek çok araştırma var. Bir başka iyileştirici özelliği de kişiye farklı kaynaklarını hatırlattığı için özgüveni geliştirmesidir.

Şeyda: Sanat terapisi neden işlevseldir ve nerelerde kullanılıyor?

Zeynep: Dışavurumcu Sanat Terapisindeki hedef kişiyi içine düştüğü kısır döngüden ve sıkışmışlıktan kurtarmaktır. Bunu da kişiyi sanatın alternatif dünyasına davet ederek yapar. Kişi seansta sorununu anlatır fakat sonra bu konular park edilir ve kişi terapist/ koç tarafından sanatın alternatif dünyasına davet edilir. Burada kişiye üzerine çalışacağı yeni bir ‘challenge’* verilir fakat bu challenge gerçek hayattan çok farklıdır. Bu bir sanat misyonudur. Hareket, boya, heykel, oyun, hikaye ve daha pek çok şey olabilir. Bu sanat aktivitesi konuyla bağlantılı da olabilir, tamamen bağımsız da (‘theme-near/ theme-far’ /bu da benim okulum EGS’in geliştirdiği bir yöntem). Kişi bu malzemelerle bir şeyler üretirken konfor alanının dışına çıkar, yeni bir şeyler oluşturur ve koç/terapist bu oluşum sürecine bir gözlemci olarak (eğer danışan isterse aynı zamanda katılımcı olarak) eşlik eder. Daha sonra halen bu dünyanın içindeyken ortaya çıkan ve çıkma süreci tartışılır. Bu süreç daha sonra orjinal konuya bağlanır.

Tüm bu süreç kişinin kendi kaynaklarını hatırlamasına, konfor alanının dışında nasıl olduğu, challenge’larla nasıl başa çıktığını görmesine, konuya bambaşka bir yerden bakmasına ve en önemlisi de kısır döngüden çıkmasına (bizde buna ‘oyun alanının’ genişlemesine) yardımcı olur. Ben şahsen başka hiçbir yöntemin kişiyi bu kadar hızla bilinçaltıyla buluşturduğuna, farkındalığını derinleştirdiğine ve kelimelerin ötesini keşfetmesine yardımcı olduğuna şahit olmadım.

Ben koçlukta, takım koçluklarımda, büyük gruplarla kullanıyorum. Sınıf ortamlarından (kızımın yuvasında kullanılıyor) her türlü terapi seansında da kullanıldığına şahit oldum. Hocalarımdan Paolo Knill Birleşmiş Milletlerde İsrail Filistin konusunu konuşurken bile bir ‘mediation’** yöntemi olarak kullanmış.

KOÇLUK VE SANAT

Şeyda: Koçluktaki uygulamalarına gelecek olursak; neden kullanalım? Farkındalığa (mindfulness) katkısı nedir?

Zeynep: Pek çok konu sadece üzerinde konuşularak çözümlenemez. Özellikle de ‘hakkında konuşmak’ kişiyi aynı kısır dönünün içine kolayca sokar. Kişi şimdiden ve opsiyonlarından kopar ya geçmişle ilgili üzüntüye, ya da gelecekle ilgili endişeye gider. Koçlukta dışavurumcu sanat terapi veya daha pek çok yöntemi kullanmaktaki ana hedefimiz kişiyi ‘burada ve şimdi’ye getirmek, ona farklı deneyimler yaşatarak ‘neyi nasıl yaşadığına’ veya farklı nasıl yaşayabileceğine dair burada ve şimdi farkındalık yaşatmaktır. Bu açıdan Sanat Terapisi de son derece farkındalık odaklıdır. Gerçek dönüşüm ancak burada ve şimdi yaşanan idrak ile mümkün olur. Ve bu sadece zihni değil tüm bedeni içine alan bir deneyimdir. Sanat Terapi de farklı uygulamalarıyla bunu destekler.

Şeyda: Koç olarak diyelim ki seanslarımızda sanatın bu işlevinden faydalanmak istiyor ve kendimizi bu alanda geliştirmeyi düşünüyoruz; yetenekli olmak zorunda mıyız ve ne gibi eğitimlere katılabiliriz? İlla onca para ödeyip yurtdışına mı gitmek gerekiyor?

Zeynep: Tabi ki illa yurtdışına gitmek gerekmiyor. Türkiye’de de artık pek çok eğitim var.

Bu konuda yetenek de gerekmiyor fakat kendi üzerinizde uygulamak ve hayata geçirmek için isteklilik ve azim gerekiyor :) Yurtdışındaki eğitimler (Amerika, İsrail ve İsviçre’de) sanat terapisti olmak için bir modalitede deneyim ve uzmanlık (portfolio), malzemelere aşinalık istiyor. Ne kadar ileri gitmek ve ne kadar derinleşmek istediğiniz sizin seçiminiz. Fakat bilin ki ilk tanışma ve flört için Türkiye’de yeterli kaynaklar var.


HERKES YARATICIDIR

Şeyda: Uygulamada unutamadığın bir anın oldu mu? Örneğin, hiç açılamayan bir danışanın var ve bir sanatsal pratikle beraber içdünyasını patır patır dökmeye başlar vbg..

Zeynep: Bir kaç anım var ama ben bunlardan bir danışanımı İstanbul Modern’e götürdüğüm bir anı seçeceğim. Orada onu en çok çeken bir resmin karşısında oturmasını istedim. Resimle ‘anın içinde’ istediği kadar zaman geçirdikten sonra ona bir ‘estetik cevap’ olarak ya resim yapmasını, ya da bir şeyler yazmasını istedim. Danışanımdan çok etkileyici bir şiir çıktı ve bu şiir sayesinde uzun süredir kendine gösteremediği şefkati ve sevgiyi gösterdi. Şiir onun kendini kucaklama yöntemi oldu ve hatırlaması için onu evine astı. O seans beni çok duygulandırdı.

Şeyda: Peki, insan olarak yaratıcı yanımızı nasıl besleyebiliriz İstanbul’da? Koca metropolde doğru düzgün bir park yok ve hergün yeni, şekilsiz AVM’ler yapılmaya devam ederken?

Zeynep: Hahaha, burada sorudan çok bir serzeniş duyuyorum ve parklar, AVM’ler konusunda sana tamamen katılıyorum.

Bir yandan da İstanbul’da çok fazla imkan ve sanat aktivitesi de var. Hatta Macrocenter’da Sanat Gazeteleri olduğunu görüp şaşırdığımı bile söyleyebilirim. İşin aslı beslenmek isteyen her yerde fırsat bulabilir. Üretmek ve yaratıcılık sadece bir ilham değil, bir disiplin işi ve bunu bir alışkanlık haline getirmek apayrı bir konu, hatta üzerinde konuşmaktan çok da zevk aldığım bir konu. Bizde eksik olan park ve bahçenin yanı sıra bu disiplin ve yaratma alışkanlığı çünkü yaratım süreci kişiyi konfor alanından çıkmaya zorluyor ve belirsiz bir süreç. Bunu yapacağımıza yapacak çok daha kolay gündelik işlere boğuyoruz kendimizi… Bu şekilde de kendimizi yaratma endişesinden koruyoruz. Sonra da keşke daha yaratıcı olsam veya bana ilham gelmiyor diye şikayet ediyoruz.

Şeyda: Çok teşekkür ediyorum sevgili Zeynep...Sanatın koçluk dahil yaşamımızın her alanına daha çok nüfuz etmesini diliyorum.




Hamiş: Zeynep Evgin Eryılmaz, (PCC) yönetici koçu, eğitmen ve danışmandır. European Graduate School’da 2 yıllık Dışavurumcu 'Sanat Terapi ile Değişim' doktoroya giriş programını tamamlamıştır.

* Zorluk

** Aracılık, arabuluculuk

Koçluğa Dair Sohbetler 2- Gila Şeritçioğlu


Şeyda: Hoşgeldin Gila. Aynı zamanda bir psikolog olarak bize koçluk ve terapinin farkını en iyi anlatabilecek kişilerden biri senmişsin gibime geliyor. Sahi nedir farkı?

Gila: Şeyda'cığım öncelikle bu keyifli sohbet için ve beni bloguna misafir ettiğin için çok teşekkürler. Meslektaşlarımla bu sohbetleri yapmak hep çok keyifli olmuştur benim için.

Terapi klinik bir altyapıya göre hareket eder. Kişinin alt yapısında olası patoloji odaklı bir bakış açısıyla yol alır. Bu sebeple çalışma daha çok geçmişte, problemi ve duygusal ve psikolojik içeriği iyileştirmeye ve nedenlerini keşfetmeye yöneliktir. Terapist ile danışan arasında hiyerarşik bir bağ vardır.

Koçluk bireyi bütünsel bir yaklaşımla ele alarak kişinin potansiyelinin keşfine ve farkındalığını yaratmaya odaklıdır. Geçmis yaşantıları, varolan an'ı ve geleceği yeniden yapılandırmak için kullanır. Neden yerine, 'ne- nasıl- ne zaman' sorularına odaklanır. Koç ile danışan arasında eşit bir varoluş şekli vardır.

Şeyda: Bir psikolog olarak koçluğa nasıl ve niçin yöneldiğini öğrenebilir miyiz?

Gila: Psikolog olarak bireylerle çalışmaya başladığımda aslında 3 sene kadar terapist olarak çalıştım. Eğitimim terapi odaklı bir alt yapıydı. Ancak bu süre zarfında kalbimin patoloji ve klinik odaklı değil aslında bireylerin keşfedilmemiş potansiyelini ortaya çıkarmak için attığını farkettiğimde, bir an bile terreddüt etmeden koçluk dünyasına adım attım. Beni heyecanlandıran ve bazen bir çocuk gibi sevindiren şey her danışanımla çıktığım bu yolculukta o bilinmezin içine girerek yeni farkındalıkların bir hediye gibi ortaya çıkmasına tanıklık ve eşlik etmek. Tabi bu süreçte psikoloji eğitimim ve terapist bakış açımın da katkısını yadsıyamam. Artık bir terapist değilim; bir koç'um ancak bu sürecin kendisinin çok terapötik olduğunu, kişiyi dönüştürüp farklı bir boyuta taşıdığını her deneyimimde bir kez daha yaşıyorum.

Şeyda: Koçlukta birsürü ekol var, bir kişi koç olmaya karar verdi, hangi ekol kendine uygun nasıl bilebilir?

Gila: Evet bir çok ekol var koçlukta. Bunlar farklı teori ve görüşlerden yola çıkarak kendini uzun yıllar boyunca var etmiş bakış açıları. Birbirini tamamlayan ekoller. Seçeceğimiz ekol bana göre bizimle ilgili. Hayatta varoluş seklimiz, inanç, değer yargılarımız, yaşamı bir yetişkin olarak nasıl sürdüğümüz ile ilgili. En azından benim için bu seçim böyle gerçekleşti.

Şeyda: Sen Gestalt’a dayalı koçluk eğitimi de veriyorsun. Bir yazını okumuştum. “Gestalt, bir psikolojik yaklaşım. Sanıldığı gibi, Gestalt isimli bir adam tarafından bulunmamış. Bütünleşik yapı demek olan bir kelime. Almanca’nın o oyuncaklı, tek kelimeyle çevrilemeyen güçlü kelimelerinden biri sanırım,” diyordun. Gestalt ekolü koçluğun diğerlerinden farkı ne? Ne katar bir koça ya da insana bunu öğrenmek?

Gila: Gestalt yaklaşımı bütünsel bir yaklaşım. Yani kişiyi olduğu gibi bir bütün olarak algılayan varoluşcu bir ekol. Zihin- beden ve ruhaniyeti ( spirituality) i harmanlayan bir yaklaşım. Bu parçaları güçlü bir eşit kaynak olarak değerlendirip kişinin varoluşunda an'daki farkındalıkla fark ve değişim yaratmaya çalışan bir bakış açısı.

ŞİMDİ VE BURADA

Şeyda: Meşhur “şimdi ve buradayım”a gelecek olursak, tam olarak ne demek bu? Bir koç kendini bu aşamada tutmak için neler yapabilir/ ne gibi eğitimlere katılabilir?

Gila: Şimdi ve burada olmak Gestalt yaklaşımının kalbi aslında çünkü farkındalık ve değişim sadece an' da olduğumuzda gerçekleşir. Burada temel olan koç'un kendisinin anda olması ve danışanını da bu farkındalıkla çalıştırmasıdır. An'da olmak bedenimiz, zihnimiz ve duygularımızla temasta olmayı gerektirir. Böylece kişi kendine objektif ve gerçek bir pencereden bakarak temas kurar ve ihtiyacı doğrultusunda istediği adımları atabilir. Bu sebeble bir koç olarak öncelikle kendimizle çalışmak ve gereken kişisel çalışmayı yapmak, danışanlarımızla çalıştığımızda kendimizi nasıl kullandığımız ve var ettiğimiz açısından önemlidir.

Şeyda: Gestalt koçlukta beden farkındalığının önemi nedir diye soracak olsam? Sanırım bedenimiz de, zihnimiz gibi geçmiş ve gelecekten ziyade, şimdi ve burada olan tek şey değil mi?

Gila: Evet aynen öyle. Bedende olmak 'an'ın' , 'nefes'in farkında olmaktır. Tüm potansiyelimizin kaynağı olan 'merkez' imize kendimizi geri getirebilme becerisine sahip olmaktır. Bu her an mümkün değildir. Yaşadığımız evren bizi sürekli olaylarla merkezimizin dışına çıkartır. Burada önemli olan kendimizi yeniden merkezimize getirecek farkındalığı yakalamak ve sürekli yöntemlerle bu süreci kısaltmaktır. Bu anlamda bedenimizle kurduğumuz güçlü temas sayesinde gücümüz, kaynaklarımız ve potansiyelimizle daha yakın olabiliriz. Çeşitli somatik egzersizler, meditasyon ve benzeri yöntemler beden farkındalığını sürekliliği oluşturmak adına önemlidir.

Şeyda: Bir insan ne zaman “koç oldum” diyebilir? Yoksa ucu başı-sonu yok mu?

Gila: Bana göre gelişim yaşam boyu süregelen, heyecan dolu, sonsuz bir kendini keşfetme ve gerçekleştirme sürecidir. Koç olmanın tabi ki belli gereklilikleri ve ön şartları vardır. Kilometre yapmak gerekir bu meslekte, bir çok spor dalında başarıya ulaşmak, iyi olmak için yapıldığı gibi. Ama hiç bir zaman oldum diyemezsiniz çünkü herzaman keşfedilecek yeni bir şey vardır bana göre. Benim için bu süreç hayatımda kaynaklarıma her gün yaşadığım yeni deneyimler aracılığıyla farklı izler bırakan ve beni büyüten sonu olmayan tutku ve heyecan dolu bir yol.


Hamiş: Gila Şeritçioğlu, (MCC) yönetici koçu, eğitmen, danışman ve bir değişim lideridir.

Portakalın Bilgeliği © all rights reserved
made with by Alpha