Ad

 

GÜNCEL

YAŞAMA DAİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMA DAİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Buruk Bir Öğretmenler Günü



“Hepinizden kan grubunuzu öğrenmenizi istiyorum, dönem ödeviniz bu, sonrasında bana hayır dua edeceksiniz” demişti ortaokuldayken Süleyman Hoca. Hiç unutmam.

Yaratıcıydı. Sanırım yaklaşık 11 dersimiz vardı; her birinden yazılılar, sözlüler yetmiyor gibi, (beden eğitimi- müzik- resim haricinde ki bazen resim ve müzikte de yapardık), ayrıca bir de dönem ödevi verilirdi zamanımızda. Öyle “dönem ödevi” denip geçilmemeli, ön çalışması haricinde çizgisiz parşömenlere dolmakalemle sayfalarca yazılırdı. Genelde yapılmış olmak için yapılırdı. Süleyman Hoca burda bile farkını ortaya koymuştu, sırf müfredat istiyor diye bir ödev vermek istemiyordu belli ki. Yine sırf müfradat gereği “yapılmış olsun “diye değil, bizlere faydası dokunsun istiyordu. Onun sayesinde kan grubumu öğrendim ve bu sonrasında inanılmaz işime yaradı.

Vizyonerdi. Fen dersleri çıkışında, sınıfın ortasında sormaya çekindiğim soruları ders çıkışında kürsüye yanaşır sorardım. Bir gün bana “Çok farklı soruların var, bir tek sana ve Sinan’a (bizden bir dönem büyüktü) sorularınız sayesinde sözlüden tam not (10) veriyorum,” demişti. Halen benim için aldığım en değerli sözlü notudur. Çünkü biz sıkı kurallarla büyüyen bir kuşaktık, renkli toka bile takmamıza izin verilmediği bir dönemde, farklı sorularım ile fark edilip üzerine ödüllendiriliyordum. Koçluk yaklaşımı, soru sormak, farklı düşünmek, ezber bozmak...Bu gibi kavramların değeri en az 20 sene sonra anlaşılmadı mı? Çağının çok ötesindeydi.


İlginçti, her daim muzipti. Ceza olarak çöp başında defter duası yaptırır, hepimizin kıkırdamasına yol açardı. Deftere yazma kaygısı olmadan dinlemeye odaklanabilelim isterdi. Sözünü tutmayanların defterleri sınıfın çöp kutusunu boylardı. Çöp kutusunun etrafında ateşin başı misali toplanılır,  “Defterim defterim...” diye başlayan komik bir dua edilirdi. Sadece dinlesek öğrenecektik halbuki. O zamanlarda bile süreçten çok sonuca odaklı, harıl harıl bir şeylerden geri kalmama peşindeydik demek ki. Hocamız, bu noktada dahi bir farkındalık yaratma arzusundaydı.   

Öğretmenden çok yol gösteren bir abi gibiydi. Tekrar başa dönecek olursam, vefatınız bizleri ayrı üzdü ve evet hocam dediğiniz gibi her zaman hayır dualarımızda olacaksınız...Öğretmenler Gününüz kutlu olsun hocam, dilerim bu mesajımız gider sizlere...

Hamiş: İçel Anadolu Lisesi mezunları olarak hocamız anısına; “Süleyman Urfalılar Kitap Bankası” ve “Süleyman Urfalılar Kimya Laboratuvarı” projelerini hayata geçireceğiz. Her iki proje de desteklerinizle hayata geçirilecek olup, nakdi yardım kesinlikle kabul edilmeyecektir. Gerekli ihtiyaç listeleri Türçe, Türk Dili ve Edebiyatı ve Kimya öğretmenleri tarafından belirlenecek olup tarafımıza ayrıca duyurulacak. İlgilenenler benimle özelden iletişime geçebilirler.

SICAK, GÜNLER VE BURÇLAR

Ömrümde hiç bu kadar sıcak ve nemli bir yaz görmemiştim, ya siz? Gelmesini dört gözle beklediğimiz “yaz” âdeta gitmek bilmedi.


Sizi bilmem ama, ben bu yaza kadar, hayatımda bu kadar terlediğim, alnımda beşi bir yerde misâli terden boncuklarla dolandığım, güneşin ışınlarından dört nala bu denli kaçtığım bir “yaz” mevsimi daha yaşamamıştım. Üstelik ilk yaz çocuğuyum, Haziran’da doğmamın yanı sıra, Akdeniz’de büyüdüm, yaz mevsimlerini şimdiye kadar ayrı bir severdim, itiraf edeyim.

Yaşla beraber tahammüller azaldığından mı, yoksa güneşteki patlamaların tavan yapmasından mı nedir, küresel ısınmanın hızlanmasıyla beraber, bu yaz sıcaklarda bana bir hâller oldu. Uzun bir girizgâh yaptığımın farkındayım, ancak aşağıdaki yazı, tam da böyle bir günde ortaya çıktı.

Fonda Emre Altuğ’un “Sıcak daha da sıcak olacak” parçasının çaldığını hayal edin. Bendeniz klavyenin başına oturmuş, evde açılabilecek her kapı ve pencereyi açmış, buna rağmen tek bir esintinin insafına kalmış bir biçimde aklıma geldikçe yazdım, yazdıkça güldüm, hayal gücüm sağolsun, sonuna kadar saçmalama lüksümü kullandım. Bir ferahladım, sormayın gitsin.

Benim için bu sıcaklarda her bir gün nerdeyse tıpkısının aynısı olarak cereyan ederken; günler geldi gözümün önüne, bir bir. Serap değildi, vallahi. Düş dünyamın bir oyunuydu sadece. Hepsi bir burcun karakterine bürünmüş, sanki “Şeyda, o kadar da aynı değiliz, hakkımızı yeme” der gibiydiler.

Dilerseniz burçlara hiiiç inanmayıp, burcu sorulduğunda somurta somurta “öküz burcundanım” diye cevap verenlerden olun, dilerseniz gününüzü astrologlara danışmadan geçirmeyen biri olun, huzurlarınızda hoş görünüze sığınarak paylaşıyorum yazımı. Adı geçmeyen burçlar lütfen kusura bakmasın, üzgünüm hafta sadece “yedi gün”, yazıdaki burç sahipleri de lütfen alınmasın; burçların bendeki iz düşümü tahmin edeceğiniz üzere tamamen subjektif.


Pazartesi: Tam bir Balık burcu. Kafası karışık. Deve kuşu misâli kafasını kumlara gömmek ister. Kimse onu görmesin, mümkün olsa yataktan çıkmazdı ama nerde? Bir cigara tüttürebilse, bağımlılıkları tavan yapmış, hep aşina olduğu depresif havalar bu gün azami yoğunlukta. “Aman bana bulaşmayın, bulaşanın kafasını kırarım.” Demese de bu bakışlarından belli. Bu günün mottosu “dağınık kafa”.

Salı: İşte Oğlak burcu. Geçen haftanın ajandası derlenir toplanır, yapılanın üzerine çizik atılır, yapılamayan itinayla bu haftanın ajandasına kaydırılır, bu hafta ile güzel bir şekilde koordine edilir. Günün mottosu “şimdi sorumluluk zamanı”.

Çarşamba: Terazi, dengeli, o gün çalışma tam randımanında, ilaveten sosyalleşmeler başlar hafiften. Belki bir sergi+pub, belki bir café+sinema. İnsan hayattan keyif de almalı, biraz da estetik, belki öğle tatilinde 2 gündür uğrayamadığı kuaförüne koşturacak, azıcık güzellik herkese lazım, hem kime zararı var öğle molasındaki kaçamağın? Adildir de, haftasonunu saymaz isek haftayı tam ortadan böler. Günün mottosu “hafta ortası”.

Perşembe: İşte bir Başak. Hafta bitmeden yapılacak işleri toparlamalı, evin içi 3-4 gündür çok dağıldı, hemen düzenlemeli. Gömlekler renklerine göre asılmalı, her şey daha bir titiz olmalı. Ev ve iş dengesini tutturmalı. Bazen bunu takıntıntı haline getirmeli. Mottosu “mantığa davet”.

Cuma: İşte İkizler, tam çalışmaya ısınmıştı ki, hafta bitivermesin mi? Böyledir İkizler, banyoya girmek bilmez, girse çıkmayı unutur. Tatile gitmek zoruna gider, gidince dönmek istemez. Hayli kararsız ve bir o kadar da matrak. Kutuplar arası gider-gelir, gider-gelir de hiç yorulmaz. Mottosu “ama böyle de olmaz ki”.

Cumartesi: İşte huzurlarınızda tam bir Boğa. Hayattan keyif alınmalı, ancak Terazi tadında değil, entellektüel keyiften öte öyle bir keyif ki dibine kadar yaşanan, misâl insan ölecekse yemekten ölmeli şu dünyada. Geç uyanmalar, TV karşısında pineklemeler, mükellef bir kahvaltı, insan bu dünyanın, toprağın tadını çıkarmalı. Öğleden sonra ya en yakın AVM’ye dalmalı, parfüm falan almalı veya Maslak’ta ormana koşturmalı, doğada salınmalı, bir mangal tezgâhı kurmalı, yemeli içmeli, bazen nerede uyuduğunu bilmemeli. Mottosu “yaşasın hedonizm”.

Pazar: Biraz Yay, biraz Akrep. Neden mi Yay, anlatayım? Ordan oraya savrulan enerjisi olur Pazarların, tatilin son günüdür, insan çok şey yapmak ister. Bir yandan derinleşmek, hafta içini gözden geçirmek; öte yandan başka kültürlerle ilgilenmek, belgesel tadında bir şeyler izlemek, biraz kitap okuma-yoga- meditasyon gibisinden içine dönmek. Akrep enerjisi de yoğundur, neden bilmez sokmak ister, içindeki sıkışıklığı nasıl atacağını bir türlü bilemez, bazen başka birine laf sokarken bulur kendini, bazen kafasında kurduğu türlü türlü senaryolarla âdeta kendi kendini sokar. Aynı zamanda, fırsat tanınırsa, en derin tefekkürlerin dolayısıyla Akrep tadında en derin dönüşümlerin de günüdür. İçe dönme, yalnızlık günüdür. Birçok yer ya kapalı veya yarı zamanlı açıktır. Herkes evlerine çekilir. Pazar, yaz günlerinin bile kışıdır. Mottosu “Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz”.

Sizce günler burç olsa veya herhangi başka bir şey, belki de yedi renk (kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor), ne olurdu? 

Son olarak, burcunuz ne olursa olsun, havanız iyi olsun (her anlamda)...

BABAMIN ŞİİRLERİ

Hayatımdaki en güzel hediyelerden birini aldım.

Babam bana şiirler yazmış, birinin sizin için kağıda bir şeyler çiziktirmesi çok özelken, hele ki bunların şiir olması...Yazanlar bilir, şiir yazmak, özellikle iyi şiir yazmak her babayiğidin harcı değildir. Az kelime ile çok şey anlatma, duygu yoğunluğu, benzetmelerdeki derinlik. Bana göre bunlar usta şairlerin edebiyatımıza ve bizlere kazandırdıkları özelliklerden sadece birkaçı...

Babamın şiirlerine geri dönecek olursak; bir de şiirlerinin konusu ben değil miyim? Çok heyecanlıyorum, babanızın gözlerinden kendinizi görmek sanırım hayatımda aldığım hatırı sayılır geri bildirimlerden.

Her bir şiiri yazdığında, muhakkak telefon açıyor. Şiiirleri okurken, her duygusallaştığında olduğu gibi sesi boğuk boğuk geliyor ahizenin ardından. Kimileri sadece bana yazılmış, kimilerinde satırları ablalarımla paylaşıyorum. Genelde sabah ezanı sonrası, kendi deyimiyle gurbet veya sıladaki evlada duyulan hasret içinde kaleme alınıyorlar.

KORKULAR

Sonrasında alıyor beni bir düşünce; bütün bunlar iyi güzel ancak bende de şiirlerin kesinlikle birer kopyaları olmalı, yoksa hiçlikten geldiği gibi hiçliğe gidebilirler, lakin bir köşede kaybolup gitmelerini hiç istemem. Bu problemi halletmek kolay, geriye kafamda tek bir soru işareti kalıyor. Paylaşmalı mıyım?

Öncesinde 3 engeli aşmam gerekiyor; birincisi babamın izni ki şaşılacak derecede rahat alıyorum. Diğer ikisi bana ait çekinceler. Özelimi insanlara açma konusundaki hassasiyetim ikinci sırayı alıyor. Aslında sosyal medyada arasıra bunu yapmıyor değilim, ancak konu ilk çember veya çok özelim olunca; kırmızı ışık görmüşçesine frene basıyorum. Beni durduran bir şeyler var halen.

Üçüncüsü sorun, daha bir tumturaklı; insanların üzerinde yaratacağı etkiye dair. Yani insanlar beni şahsen tanıma fırsatı bulmadan, bir başkasının – ki bu baba oluyor- ağzından tanıyacaklar. Dile kolay, babası birisi için bir şeyler diyorsa, muhakkak az çok doğruluk payı olmalı.   

Neyse efendim, fazla uzatmayayım, bir kaçını buraya bırakıyorum. Bu sıcaklarda denize girme şansını henüz edinemediysem de, çekincelerimin içine “cumburlop” atlamaya karar veriyorum.

Keyifli okumalar...


ŞEYDA’YA

Birlikte çıktık yola Mu’dan

Yurt tuttuk Tanrı eteklerini

Yolda yoldaş

Ülkede yurttaş

Siyah saçlım, çekik gözlüm

Örnek oldun dağlara taşlara

Ses oldun kurtlara, kuşlara

Bilginle aydınlattın Türkmenistan, İran yollarını

Malazgirt’te bile durduramadılar

Tanımayanlar bizleri

Savulun çekik gözlüm geliyor

Atanın Anayurduna

Al at altında, al bayrak göğsünde

Gözlerinin aydınlığı şafağında

Zamanı asırlara götürür

Siyah saçlı çekik gözlümün

Düşün peşine

Yurt tutun Anadolu’yu

Bağ olun, bahçe olun

Kök salın ağaç olun

Meyve verin açlara, çıplaklara

Onur verin sofralara

Uzatın ellerinizi geleceğe

Asırlara örnek olun.

ŞEYDA’MA

Yaşam Şeydam’da düzenle başlar

Zor değil alışılmış rutin işler

Yapılacaklar yazılıdır akşamdan

Bittikçe üstüne atılır çizikler

 

Oturma tertiplidir, konuşma edepli

Gören der buna eğitimli-mektepli

Konuklar hizaya gelir ortamdan

Zaman sınırlıdır, sohbet müddetli

 

Protokol adabı vardır evinde

Nezaketi örnek al, olsun senin de

Doğuştan gördüğüm yapmacık değil

Benzerini görürsün ancak Şehr-emeninde

 

Sohbet efendimle başlar, evetle biter

Konuşur gibi durur, oysa hep Seni dinler

Numunedir eş, dost, arkadaşa

Hiç bitmesin kızım yüzündeki gülücükler

KIZIMA

Sılada özledim seni be kızım

Esmer yüzün, kara kaşın

Çekik gözlerin

Uzatınca elimi tutamazsam

Telefon ederim.

Ama sesini duymak yetmez

İsterim omzunda olsun ellerim

Birlikte ağlayıp, birlikte gülelim

İşte gelip geçiyor yalancı dünya

Boşver hırsı, makamı

Gel günümüzü gün edelim

Yeni Kelimeler Yeni Dünyalar -5

 Yaşam canımızı acıtır mı?



Yazı serime devam ederken, ilk kez bir kelimeyi tam manâsıyla derinden tecrübe edeceğimi nerden bilebilirdim?

Almanca kökenli bir kelime olan Welt (dünya) schmerzen (ağrı-acı), sanırım bir çoğumuz için şu anki hislerimize tercüman olmakta. Dünya ağrısı veya acısı diye kısaca tercüme edebileceğimiz bu kelime; acının ve hüznün katmerlisini ifade eder. Bireyin, beklenmedik bir anda karşısına çıkan sarsıcı bir üzüntü veya acı olayının ürettiği bir durum karşısında, hem kendi yetersizliğinden (melankoli) hem de dünyanın mevcut koşullarındaki yetersizliğinden dolayı hissettikleridir.

ETİK-ERDEM-DEĞERLER

Bu deprem felâketinde, enkaz altında hayatını kaybetmiş çocuğunun yanına çöküp, elini sıkı sıkı tutup bırakamayan bir babanın fotoğrafı, eminim benim gibi bir çoğumuzun hafızasında yer etti.  Yeri gelir, bir fotoğraf karesi çok şey anlatır; üzerinde yüzlerce kelime yazsak yası, çaresizliği, donup kalmışlığı, ebeveyn olmayı sanırım daha iyi vurgulayamazdık.

Belki de bu fotoğraf, yılın fotoğrafı ödülünü alacak, ardından “en anlamlı” kareydi denecek, kimbilir? Beni rahatsız eden, babanın haber yapıldığından ne kadar haberi vardı? Niyetimiz iyi bile olsa; başkalarının acılarını yansıtırken fütursuzca davranıyor olabilir miyiz? Yasa ne kadar saygılıyız? Kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkalarına yapıyor muyuz?

Geldik mi yine etik konusunda, ne kadar etiğiz, ne kadar erdemliyiz? Belki de sahadaki muhabirlerin en büyük ikilemidir; haber yapmak ile yardım etmek arasında kalmak, anı yakalayıp basına servis etmek ile bir durmak...Paylaşmak, ama neyi nereye kadar?

Dikkatinizi çekerim, Buddha, kendisine aydınlanmaya gelen öğrencilerine Erdem Yolu denen vaazlarında uzun yıllar boyunca  sadece güzel ahlâktan bahseder. Herhalde bir bildiği vardı diyeceği geliyor insanın.

Yine bir gazetede irkilerek okudum, bir banka kocaman bir ilanda, rakamın altını çize çize şu kadar para yardımı yaptım diyor. Yineliyorum, belki de amaç iyi, motivasyon yaratmak. Lâkin sormak isterim sizlere, bunun için başka bir yol yordam bulunamaz mıydı? Hani sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek miydi? Biz o toprakların çocukları değil miydik?

Zor günlerden geçiyoruz. İnce ayrımlarda sınanıyoruz. İçimde bir dünya sancısı ile soruyorum, sadece soruyorum...


Yeni Kelimeler Yeni Dünyalar - 4

 Yeni yıla saçımı kestirerek girdim.


Yine içimde hafif bir pişmanlık. Sahi aramızda saçını kestirince, içine yüzde yüz sinmiş bir kadın var mıdır, varsa dünyanın neresinde yaşamaktadır, acaba çok şanslı olduğunu bilmekte midir, benimle röportaj yapar mı bu konuda  gibisinden kafamda deli sorular uçuşmakta.

Hissettiğim duygular, bu ay paylaşacağım kelimeye tam manasıyla “cuk” diye oturuyor. Age-otori, yine Japonya’dan bir kelime, saç kestirdikten sonra beğenmeyip kendini kötü hissetme anlamına geliyor. İç dünyamı daha güzel anlatan bir sözcük olamazdı.

TALİHSİZ KUAFÖR DENEYİMLERİ

Genelde saçlarımı kestirdikten sonra fiziksel olarak rahatlamama karşın yüreğim hafiflemez. Bunda kuaförlerin bana verdiği sözü tutmamasının payı büyük. Yok öyle şekilli kesimler, albenili saç modellerinden bile bahsetmiyorum; sadece zayıflayan saçlarımın uçlarından alınarak kısaltılması söz konusu olan, ne kadar zor olabilir?

Saçı benim gibi kıvırcık olanlar bilirler, ıslakken kesilen saç ile kuruyup toparlanan ve akabinde kıvrılan saçın boyu asla aynı olmaz. Bunun hayli farkında olan bendeniz, kuaförün kesim koltuğuna otururken hayli itinalı davranır, söyleyeceğim sözcükleri özenle seçerim; öylesine “uçlarından aldıracağım”, “zayıflayan kısımlara bir el atalım usta” gibisinden yuvarlak ifadelerle değil, daha net tanımlarla otururum.

Çünkü bizzat tecrübe ettim, bu sözler kuaförlerin çoğunluğu tarafından “eti senin kemiği benim” gibisinden anlamlandırılmakta. O zaman elinde makas tutanın “ya Allah” diye girişip, bulmuş olduğu malzemeyi içinden geldiği gibi şekillendirmesinde çok da beis yok anladığım. Ancak benim gibi, düzeltmeleriyle beraber şu kadar alır mısınız diyen ve hattâ elleriyle gösteren birine bu muamele niye revâ?

Ay şimdi ne kadar zorsun kardeş demeyin, herkesin saçı mevzubahis olduğunda rahat hissettiği bir konfor alanı var değil mi? Benim gibi bir kıvırcığın neden olmasın? Üstelik yaşadığı onca deneyimle beraber hayli bilinçli bir tüketiciye dönüşmüşken hele! Siz hiç saçlarınızı tel tokalarla ordan burdan tutturarak bir kaç ay peygamber sabrı ile dolandınız mı? Dolananlar bilirler...

Bu konudaki şikâyetlerim sıklıkla kuaförler  tarafından “Ee bana gelseydin, bi güzel hallederdik, fön çekerdik, düzeltirdik, seni daha fazla yormazdık, ipe un sererdik,” gibisinden ilave yorumlarla karşılık bulur. Ben daha bir gerilir; “olayın özü zaten bu kardeşim, ben kuaföre sık sık saçım başım için gitmeyi sevmiyorum, zaman kaybı gibi geliyor, okuyacak onca kitap, izlenecek onca film varken...Neden ben? Neden?” diye haykırasım gelir ama yutkunur ve kendimi monoton bir tonda ifade ederim. Karşı taraf bu cevaba sıklıkla hayli boş gözlerle bakar. Zaten çok uğramadığım kuaförler salonlarından kırgın bir şekilde ayrılır, uzun bir süre gitmemecesine posta koyarım. Onların beni tavlamak adına yaptıklar bu girişimler ters teper, bu kısır döngü böyle sürer gider...

Sahi neden böyle davranır çoğu kuaförler? Neden saçımız hakkında söz hakkını bizlere tanımazlar? Ben ustayım senden daha iyi bilirim, ne kadar kesileceğine ben mi karar veririm demek isterler veya ellerine bir makas geçirmişken önlerinde saçlar öylesine uzanırken hızlarını mı alamazlar? Niye müşterilerini dinlemezler? Bu özgürlüğü bizden esirgerler?

Bileniniz var mı?

AGE-OTORİ

Sizlerle her ay yeni bir kelime paylaşıyorum, takip edenler bilir, lâkin bu aykini bizzat tecrübe ettim.

İlginç kelimeler var dünyada, özellikle "saç kestirme için kendini iyi hissetmeme hâlini ayrıca tanımlama ihtiyacı duymuş Japonlar, acaba neden? Saça gösterilen özenden mi, yoksa kendini iyi hissetmemenin altını çizme ihtiyacından mı? Japonya’da iki ay yaşamışlığım olsa dahi, bu ince ayrıntıyı bilebilecek kadar bulunmadığımı itiraf edeyim.

Bileniniz var mı?


Yeni Kelimeler Yeni Dünyalar - 3

Sabahları erkenden uyanıp güne başlamayı sevenlerden misiniz? Yoksa erken uyanınca, yorganı başınızın üzerine çekip uyumaya devam etmeyi tercih edenlerden mi?


Kişileri çeşitli kategorilere bölüp kendisini anlamaya çalışan insanoğlu için, sabah kalkış saati de bundan nasibini almış; “horozlar” ve “baykuşlar” olarak sıralanmışız.

Horozlar, gündüz insanı tahmin edileceği üzere; erken kalkmayı seviyorlar. Baykuşlar ise tam tersi- geç yatıp geç kalkmayı. Tabi bu bölünmenin ardında, aslında insanın beyin aktivitesinin tavan yapması yatıyor. Horozlar, kendilerini başta zihinsel olmak üzere sabahın ilk saatlerinden itibaren veya günün aydınlık zamanlarında daha dinç hissediyorlar. Baykuşlar gelince tam tersi bir durum geçerli; geceleyin çalışmayı, okumayı, üretmeyi seçiyorlar. Kısacası günün karanlık saatlerinde yaşamak onlara iyi geleni.

Fakındayım, uzun bir girizgâh yaptım; kelimenin anlamı kuşlarla alâkalı olunca çağrışımlar uçuştu beynimin kıvrımlarında. Bu ayki yeni kelimemiz kuzeyden, İsveç’ten; “Gökotta”, sabahın ilk saatlerinde öten kuşların sesini dinlemek için uyanmak anlamına geliyor. Bu yazım daha çok sabah kuşlarını yani horozları ilgilendiriyor gibi görünse dahi baykuşlara da diyecek sözümüz var elbette.

SABAH KUŞLARI

Erken kalkan arkadaşlarımız- buna bendeniz dahil – gelin şimdi biraz kendimize, içimize dönelim.

Sahi neden erken kalıyoruz? Alışkanlıktan mı? Bir şeyleri kaçırma korkusu olabilir mi derinlerde bir yerde?

Belki çocukluğa duyulan özlem? Veya sadece vücudumun yönlendirmesi?

Erken başlayan erken yol alır mı diye düşünüyoruz?

Günü böylelikle daha verimli kullandığımızı mı hissediyoruz?

Kendime bakınca- sabah saatlerinden enerjimin, motivasyonumun daha yüksek olduğunu gözlemliyorum. Sabah saatlerindeki tazelik, serinlik yüreğime su serpiyor. Sanki yeni gün yeni umutlarla yükseliyor ufuktan ve ben bunun hiç bir saniyesini kaçırmak istemiyorum.

KUŞLARDAN ÖĞRENECEKLERİMİZ

Pekiyi hiç kuşların sesini dinlemek için erken kalktınız mı? Alarmınızı bu olağan üstü güzelliğe tanık olmak için kurdunuz mu?

Sanıyorum birçoğumuz bu soruya “hayır” yanıtını verecektir, eğer aramızda profesyonel bir kuş gözlemcisi yoksa. Sahi, nasıl da güzel cıvıldarlar bazı kuş türleri, sabahımıza neşe katıp yalnız olmadığımızı hissettirirler. İtiraf edeyim, ben de kalkmadım. Henüz. Eğer eşlik edecek birileri olursa, neden olmasın?

İşte Gökotta kelimesi böylelikle ulvi karşılığını buluyor bence. Söylenişi Türkçemizde kulağa pek zarif gelmese dahi anlamı hayli zarif. Bu kelimenin kökeninde; İsveçliler’in Hz.İsa’nın göğe yükselişinin 40. Gününde erken kalıp, doğada kuşların sesini dinledikleri bir geleneğin olabileceği belirtiliyor bazı kaynaklarda.

Kuşlardan öğreneceğimiz çok şey var: Her bir yeni günü umutla karşılayıp âdeta her yeni günü sebepsiz bir şekilde kutlamayı, içimizdeki şarkıyı daima canlı tutmayı, kanatlarımızın bizi istediğimiz yere götürebileceğine dair güveni duymayı...

İster horoz, ister baykuş, ister martı olalım; tabiattan öğreneceğimiz sayısız şey var. Bakmasını ve görmesini bilene...


Yeni Kelimeler Yeni Dünyalar- 2

Hatırlarsanız, geçtiğimiz ay, Türkçe’ye çevrilemeyen, belki bir kaç kelime ve anlamı aynı anda ihtiva eden kelimelerden bahsetmeye başlamıştım.

Bu ay, bana “bir yaşıma daha girdim,” dedirten bir kavram- daha doğrusu- kelimeyle karşınızdayım; Tsundoku. Kısaca kitap istiflemek veya devamlı kitap alıp okumadığımız veya okuyamadığımız kitapları yığıp biriktirme işlemiymiş.

Kelime uzaklardan, Japonya’dan; bir şeyleri daha sonrası için istifleyip hazır bir halde o alandan ayrılmak anlamına gelen tsunde-oku ve kitap okumak anlamına gelen dokushosözcüklerinin birleşiminden oluşmakta.

TSUNDOKU SENDROMU

Kabul edelim, bu bir bağımlılık. Bu bağımlılık Japonya, Kore ve Çin’de psikolojik bir sendrom olarak tanımlanmakta. Şimdi aşağıdaki soruları dürüstçe cevaplayın, eğer kendinizi çoğu soruya “evet” der bulursanız, sizde de bu tatlı sendromdan olması kuvvetle muhtemel.

Kitap kokusunu sever misiniz? Kendinizi kitap alırken sıklıkla koklar bulur musunuz?

Matbaada basılan yazıyı okumak ilk tercihiniz midir?

Kitaplıklarınızın dolu olması hoşunuza gider mi?

Sadece kitap alışverişine çıktığınız olur mu?

Alışverişten eve dönerken elinizin kolunuzun kitap dolu olması sizi mutlu eder mi?

Kitap fuarlarını ve sahafları sık sık ziyaret eder misiniz?

Yeni çıkan bir kitabı aynı gün almak ister misiniz?

Buraya kadar iyi hoş, buraya kadar iyi bir kitap sever de pekâlâ bence olumlu yanıt verebilir; bundan sonraki sorular açıkçası biraz daha zorlayıcı:

 Kitaplarınızı başkalarıyla paylaşırken zorlanır mısınız?

Yeme içme ihtiyacı gibi temel ihtiyaçların yerine kitap almayı tercih eder misiniz?

Aldığınız kitabı “okuyamama ihtimâlini” düşünür müsünüz ve böyle bir ihtimâli kabul eder misiniz? (Tsundoku sendromu olan bir çok kişi kitap istiflediğini kabul etmiyor, muhakkak, bir gün bu kitapları okuyacaklarını düşünüyorlar).

Kitabı alırken ana dürtünüz, kitabın baskısının tükeneceği, bir daha bulamayacağınız korkusu mu?

Kitap aldıktan sonra hayatınızın üzerinde bir nevi kontrol ve güç sahibi olma hissini duyuyor musunuz?

ÇARE

Kitapları öpe koklaya alan bendenize gelince; itiraf edeyim, bir zamanlar yukardaki soruların çoğuna “evet” derdim.

Bu bağımlılıktan – eğer sizde de varsa ve eğer nasıl kurtulacağım diyorsanız; genelde tavsiye edilen sesli kitap, dijital kitap önerilerini es geçeceğim. Çünkü eminim aramızda benim gibi kitabı basılı okumayı seven ve bu kararından vazgeçmeyecek kitap kurtları vardır. Öncelikle kitapları istiflemenin (ki bence buna herhangi bir şeyi istiflemek de dahil), kullanmayacağımız bir şeyi almanın altında yatan dürtünüze bakın derim. “Ee alırken kullanmayacağımızı veya okumayacağımızı tahmin etmiyoruz,” diye cevap verirseniz, kendimce bulduğum bir çareyi paylaşayım: Alacağım kitap kadar sayıda kitabı elden çıkarıyorum; ya ihtiyacı olanlara bağışlıyor veya sevdiklerime veriyorum. Bu elimdeki kitap sayısının aşırılığa kaçmasını önlediği gibi; yenisini alırken daha titiz, daha seçici davranmamı sağlıyor.

İlaveten sanırım her ilgimi çeken kitabı okuyamayacağım gerçeğini önce idrak edip ardından kabul ettim. Ah o yetememe hissi yok mu. İnsanlığı hem ileriye götüren hem elini kolunu bağlayan. İşte az biraz onunla barıştım.

Keşke kitaplarla beraber kitap okuyacak zamanı da satın alabilsek. Ne güzel olurdu...

Yeni Kelimeler Yeni Dünyalar -1

 Bu ay, Türkçe’ye çevrilemeyen, belki bir kaç kelime ve anlamı aynı anda ihtiva eden, bana göre oldukça sihirli kelimelerden bahsetmek istiyorum.


Bazen birileri gelir yanıbaşımıza “Nasılsın?” der; işte o anda içimizde o kadar çeşitli duygu barınıyoruzdur ki, ne diyeceğimizi tam olarak bilemeyiz. “İyiyim” der geçiştiririz. Sanırım tarih içinde daha şiirsel olanlarımız bu sorunun yanıtı için bir takım kelime oyunlarına başvurmuşlar. Bence iyi de yapmışlar. Böylelikle biz milyonların hislerine vesile olmuşlar. Bizlere “Evet ya, tam olarak işte buydu dile dökemediklerim,” dedirtmişler.  

FERNWEH

Almanca kökenli kelime, bizdeki sıla hasretinin tersine “uzağı özlemek” anlamına geliyor. Buradaki “uzak” aşina olduğumuz yerleri kapsamıyor, bilakis daha önce bulunmadığımız yerler. Ne kadar derin ve epik bir ifade, öyle değil mi?

Şimdi www.itiraf.com zamanı J;

Hangimiz arasıra çekip gitmek istemeyiz?

Hangimiz bazen kendisini yabancı gibi hissetmez kendi evinde, yurdunda?

Hangimiz bazen kaçıp ait hissedebileceği bir ortama yönelmek istemez? 

Sanki bir yer var iyi olacakmışız gibidir ve şimdi orada değilizdir.

Sahi bir insan bilmediği uzakları neden özler?

Rutinden uzaklaşmak?

Bilinmezliğin dayanılmaz cazibesi?

Can sıkıntısı?

Gurbet çağrısı?

Keşfetme arzusu?

Macera isteği?

Saplanıp kalmanın çığlığı?

Sadece farklılığa duyulan hasret?

Halbuki, sıklıkla öyle bir “uzak” var mıdır, gitsek mutlu olacak mıyızdır, belli bile değil. Bu durum, yine de birçoğumuzun bu şekilde hissetmesine mani olamaz.

MONO NO AWARE

Madem “uzak” dedik, bir tabir de çoook uzaklardan gelsin madem, güneşin yükseldiği topraklardan; Japonya’dan.

‘Mono no aware’ Japon kültürünün özünü oluşturan kavramlardan, “hayata duyulan derin duyarlılık” diye çevirebileceğimiz bir ifade. Hayatın kaçınılmaz döngüsünün, dolayısıyla şeylerin geçiciliğinin verdiği bir hüzün var bu tabirde. Yere dökülmüş yapraklar bir 'Mono no aware' örneği.

Sonbaharın yaşattığı duygular karşılığını bende bu kelimeyle buluyor. Her sonbahar bunu hissederim, “bir yaz geçip gitti”, “bir sene daha bitmekte”...Bitişleri, elvedaları, geçiciliği ve dolayısıyla çaresizliği çağrıştırır bana her sonbahar.

Belki bu “mono no aware”’dir beni “fernseh”’e iten...Kim bilir?

Sonbaharın tüm ağırlığıyla kendini hissettirdiği, sıcağın yavaş yavaş soğuğa karşı yenildiği bu zaman diliminde, hissettiğim “uzaklara duyulan özlem”. Sıcak, sıcacık bir yerlere gitmeliyim. Kuşlar gibi uzaklaşasım var. Hayalimdir, havaalanına gitmişim, satış görevlisi; “Nereye hanımefendi?” diye soruyor nazikçe. Bense hesapsız- plansız- programsız; “Çook uzak bir yere, denizin ve sıcağın olduğu bilmediğim bir yere,” diye yanıtlıyorum. Her halinden görmüş geçirmiş olduğu belli olan görevli anlamlı bir bakışla elime bir bilet tutuşturuyor; “Pişman olmayacaksınız”, diyor.

Olur mu olur...Belki de yaşayıp görmeli...

Size Bir Kitap Hediye Etsem...

Hediye olarak kitap almayı sever misiniz? Dürüstçe söyleyin.

Okuyanımız var, okumayanımız var. İyi okur olanımız var, iyi olmayanımız var. Kitabın insanın hayatında aldığı yere göre değişir bu cevap eminim.

Bendenize gelince; küçüklüğümden beri severim kitap okumayı. 2006 yılından bu yana daha bir düzenli okuyorum. Baktım hayat hızla akıp gidiyor, okumak gibi severek yaptığım aktivitelere zaman kalmıyor, o zaman naçizane bir karar aldım. Kitap için ajandamda yer açmak yerine; önce kitap saati yapıyorum, kalan zamanı diğer yapılacaklar arasında pay ediyorum. Bence işe yarıyor.

Bu soruyu size sorduğum gibi elbette kendime de sordum. Kitap en iyi hediye mi? Yerine göre evet. Ne kadar kitapları severek okusam da ne kadar benim dostlarım olsa da üzülerek yerine göre “evet” diyorum. Neden mi? Anlatacağım.

Bir zamanlar kitap okumayı çok seviyorum demiş olmalıyım. Baktım beni yakından tanıyan tanımayan herkes elinde bir kitapla geliyor. Dedim bir yerlerde yanlış bir şey var, başladım düşünmeye. Yanlış anlaşılmasın, kitaplar halen baş tacım. Bu soruyu önce kendime sordum, burda beni rahatsız eden neydi? Sanırım en başta gösterilmeyen özen. Bir hediyeyi iyi yapan, anlamlı kalan fiyatı, fonksiyonelliği, kategorisi (giysi-kitap-süs eşyası vbg.) falan değil; en önemli şey ardındaki özen.

Bir başkasına kitap alırken nasıl özen gösterebiliriz? Kitap alacağınız kişinin beğenisini, tarzını, takip ettiği yazarı, konuları vbg. bilmek sanırım ilk kural. İlaveten emin değilsek karşıdaki kişinin ilgi duyduğu konulardan, içine "değişim kartı" koydurabiliriz. Bazen kitap hediye ediyorlar, "Sen okudun beğendin mi? diyorum getirene, okumamış bile. Üstelik konusundan bile haberi yok. Hediye edeceğine bağışlayabilirdi bu kitapları. Kitap bekleyen onca okul, kütüphane varken...

Hiç mi sürpriz olmayacak hayatta dediğinizi duyar gibiyim. Başkası eliyle farklı bir yazarı, tarzı çıkarmayacak mı yaşam karşımıza? Elbette olacak, lâkin bilirsiniz ve derinden hissedersiniz işin renginden, enerjisinden, tarzından bir hediyenin alınmış olmak için alındığını.


Misâl siz herkesle dost olur musunuz? Her restorana gider misiniz? Elbette hayır, kitap sever niye her kitaba hazır ve razı olsun bu durumda?

Çok zor bulunan kıymetli bir baskıdır, alır hediye edersiniz.
Ortak olduğunuz hikâyesi vardır, alır hediye edersiniz.
Karşıdakine bir şey anlatmak istiyorsunuzdur, o kitaptan daha iyisi can sağlığıdır,alır hediye edersiniz.
O kitap size çok şey katmıştır, alır hediye edersiniz.
Bir baş yapıttır, alır hediye edersiniz.
Ezcümle o kitap sayesinde bir şey paylaşmak istiyorsunuzdur; bir mesaj, bir değer, bir bilgi, bir anı, ne bileyim herhangi bir şey...

Bence hiçbir şey almak için alınmamalı. Hele ki kitaplar...
Ve her hediye özeni ve önemi hak ediyor. Hele ki kitaplar...

Başınızı kaldırmadan, yeme ihtiyacını bile unutturacak keyifte okumalar diliyorum...



Koçluk ve Ortaklık

Sahi koçlukta ortaklık ne demek?


“Koçluk, müşterilerin kişisel ve profesyonel potansiyellerini maksimize etmek amacıyla düşünce doğurucu ve yaratıcı bir süreçte onlarla ortaklık yapmaktır.”

Potansiyel bir önceki yazımın konusuydu. Sıra ortaklık yapmaya geldi :) ve de ortaklığın temeli olan göz hizasındaki ilişkilere.

Çok eskilerde bir bilgenin hikâyesini dinlemiştim:

“Annesi ve babası çocuklarında bir farklılık olduğunu hissederek onu bir tapınağa gönderirler. Delikanlı, olma yolunda, hızla kendisine öğretilen uygulamaları, kadim bilgileri yutarcasına hatmeder ve manevi mertebeleri birer birer aşar. Yıllar su gibi akıp gider, gün gelir tapınağın başındaki rahip yerini kendisine bırakır. Birsüre tapınağın sorumluluğunu çok güzel taşır ve yönetir. Günlerden birgün kralın yolu o bölgeye düşer, tapınağı ziyaret edecektir. Hazırlıklar günler öncesinden yapılır ve bilge kralın karşısına çıkar. Ziyaretin ardından öğrencilerini toplayıp;

- Ayrılıyorum tapınaktan, der. Birsüre başınızın çaresine bakacaksınız.

Öğrencileri şaşkındır;

- Sizlere öğrettiklerimi uygulayamadım, kralın karşısında fazlasıyla heyecanlandım. Ne zaman, kendime en az bir kral kadar değer veririm; ne zaman gökyüzündeki bir bulut ile yeryüzündeki bir karıncanın ya da bir dilenci ile bir soylunun herhangi bir farkı kalmaz nazarımda, o zaman beni bulursunuz karşınızda. Çıkarım tekrar huzurlarınıza.

Bu sözlerden sonra bilge ormanın girişinde gözlerden kaybolup gider…”

İşte bu anlayıştır, göz seviyesinde ilişkilere esas olan. Bir zamanlar Avusturyalı CEO’mun sürekli hatırlattığı gibi, hayatın her alanında bu ilişkiler insan olma yolunda çook önemlidir. Görünürde değil, beynimizin ve hayatın içinde ne kadar eşit hissedip davranıyoruz? Kadın-erkek, çoluk-çocuk, ast-üst, canlı-cansız ayırdetmeden.

GÖZ SEVİYESİNDE ORTAKLIK


Koçlukta ortaklık, koçun sandalyesinin danışanın sandalyesi ile aynı seviyede olması demek. Sıkça kullanılan tabirdeki gibi, “işin uzmanı” değildir ki koç, “sürecin ortağı”dır. Böylece koç; uzman, danışman, eğitmen ve terapistten ayrılır. Konu hakkında tecrübesi artı olmakla beraber, elzem değildir. Bu kıstasla mentorluktan da ayrı bir yere sahiptir. Beraber çıkılan yolda, yol arkadaşıdır. Yolun, yoldaki tabelaların, varılacak olan noktanın farkındalığını güzel sorularla karşıya yansıtır; sorunları üstlenip çare bulmaya çalışmaz.

Koçluğunuzun ve hayatınızın her aşamasında keyifli ortaklıklar diliyorum sizlere…


* Eye-level

Koçluk ve Potansiyel

Koçluğa uluslararası arenada standartlar getirmiş olan bir kurum açısından bakalım mı? 


ICF* Türkiye’nin bu bağlamda yapmış olduğu tanıma göre; “Koçluk, müşterilerin kişisel ve profesyonel potansiyellerini maksimize etmek amacıyla düşünce doğurucu ve yaratıcı bir süreçte onlarla ortaklık yapmaktır.”

Koçluk bakış açısının dünyaya hediye etmiş olduğu, yukarıdaki tanımda altını ısrarla çizmiş olduğum iki önemli değer var: Potansiyel ve ortaklık.

Birincisi her insan eşsiz ve her insan ihtiyaç duyduğu potansiyele sahip. İnsanları geçmişlerine ya da mevcut performanslarına göre değil potansiyellerine göre değerlendirmek esas olan. Bence "potansiyel" kadar sihirli olup, oldukça sıradan bir şekilde kullanılan kelime az olsa gerek.

POTANSİYELE GİDEN YOLDA

Pekiyi, potansiyel ne demek?

Potansiyel fizik dersinden hatırlayacak olursak; gizli, görünemeyen güç, henüz ortaya çıkmamış güç demek. Çevremizde politika, bilim veya sanat gibi uğraşlarda o işin erbabı diye nitelendirdiğimiz, imrendiğimiz bazen rol modeli bazen lider dediğimiz insanlar vardır ya, işte onlar potansiyellerini hayata geçirebilmiş kişiler, yani bir nevi hayat ustaları veyahut üstadlarıdır. Zaten “Usta” kelimesinin anlamı; potansiyelini açığa çıkarmış, bunu kullanan ve çevresine bu yolla fayda sağlayan, değer yaratan insan demek değil midir? Aynen Mimar Sinan, Chopin, Michalengelo ve sayamadığım daha niceleri gibi.

Şimdi yine gelin fizik dersine dönelim; enerji kaybolmaz, sadece dönüşür. Annelerimiz çayımız hızla soğusun diye bir başka bardağa dökerken, aslında ısı enerjisini belki de bilmeden kinetik enerjiye (hareket enerjisi) çeviriyorlardı. Potansiyel enerji bir cismin yerden yüksekliğinden dolayı oluşan enerjisini temsil eder. 200 m. yüksekliğinde duran bir saksıyı ele alalım. Saksı yerinde sabit olsa bile 200 m. yukarıda olduğu için çok yüksek bir potansiyel enerjisi vardır. Saksıyı o yükseklikten bıraktığınız anda POTANSİYEL enerji, KİNETİK enerjiye dönüşür ve gitgide hızlanarak saatte 130 km hızla çarpar.** Saksı elbette potansiyelinin farkında değildir.

Peki, bizler saksı mıyız? Hayır elbette :), bizim hayallerimiz var, en azından çocukken vardı, şu an sorsam yarın ölecek olsanız ne yapmaya karar verirdiniz, sizi yataktan çıkaran ne olurdu?Felix Baumgartner’ı hatırlıyor musunuz? Hani 39,000 m. yükseklikten atlayan Avusturyalı paraşütçü ve yüksek atlamacı. Bir röportajını dinlemiştim, ilginç bir şekilde uzay aracı ve atlama sahnesini taa çocukken resmettiğini fark etmiş. Nerden nereye? Demem o ki asla çocukluk hayallerinizi küçümsemeyin. Belki potansiyele götüren yoldur.

Ortaklık yapma tanımını gelecek yazımda netleştirmeye çalışacağım...



* International Coach Federation

** Saksı örneği arkadaşım Timur Tiryaki'nin "Budha mı olsam? Ceo mu olsam?" kitabından alıntıdır.

Koçluk Ne Değildir?

Gelin tersten başlayalım; “Koçluk nedir?”den ziyade “Koçluk ne değildir?”


Neden mi tersten başladık? Konuyu daha net ve anlaşılır kılmak için elbette.

Bazı tür tanımlarda; öncelikle varlığın veya nesnenin özellikleri ile onu benzerlerinden ayıran yönleri belirtilir. Böylelikle varlığın/ nesnenin sınırları ve çerçevesi net olarak çizilir. Felsefe gibi alanlarda “değilleme” denen bu yönteme çok sık başvurulur. Örneğin “Ben kimim?” sorusunun cevabına da pek çok mistik okul bu şekilde yaklaşır; öncelikle "Ben ne değilim? sorusuna cevap ararlar: “Ben düşüncelerim değilim,” “Ben duygularım değilim”...

O zaman konumuza dönüp bakmaya devam edelim mi? Koç ne değildir? Koç; mentor, terapist, danışman ya da eğitmen değildir.

Koçluk:

Süreci kişiden daha iyi bilmek gerekmez.

Herhangi bir bilgi aktarımı söz konusu değildir.

Gelişim bazlı bir süreçtir, uzun veya kısa vadeli kişisel gelişim sürecidir.

Seans;

Şimdiye ve geleceğe odaklanır.

Çözümü bulmaya yöneliktir.

“Nasıl?” diye sorar.

Müşteri aktiftir.

Değişim söz konusudur.

Mentorlük:

Süreci kişiden daha iyi bilir.

Gereken araç, yapı, bilgi ve deneyim aktarımını, kişinin kendi yolunu ve rengi bulmasına engel olmadan yapar (Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “lalalık” sistemi gibi).

Gelişim bazlı bir süreçtir, uzun vadeli gelişim sürecinde yolculuk ortağıdır.

Mentor ve mentee arasında karşılıklı bir akış vardır.

Terapi:

Geçmişe odaklanır.

Sorun üzerine yoğunlaşır.

“Neden?” diye sorar.

Müşteri pasiftir.

İyileşme söz konusudur.

Danışmanlık:

Bilgi satar; konuyu danışan kişiden daha iyi bilmelidir, uzmanlık gerektirir.

Danışmandan danışana doğru bir akış vardır.

Sorun çözme odaklıdır.

Eğitim:

Hedeflenen bilgiyi öğretmek amacıyla bilgi ve deneyim paylaşır.

Eğitmenden katılımcıya doğru bir akış vardır.

Bir program doğrultusunda hareket eder.

Öğrenmeyi ve uygulamayı kolaylaştıracak yöntemler uygular.

Tabi, herşeyden önce koçluk bir meslek olduğu kadar bakış açısıdır ve yukarda saymış olduğum her süreçte koçluk becerileri kullanılabilir. Mesela satışta, yöneticilikte...

Gelecek yazımda; Koçluğun tanımına bakmaya devam ediyor olacağız.




Hamiş: Koçluğun diğer hizmetlerden farkını tespit ederken, notlarından faydalandığım deneyimli meslekdaşım ve aynı zamanda arkadaşım Dilek Serimoğlu’na sonsuz teşekkürler...

Ey Koç Ben Kimim?

Çok sevdiğim mistik bir hikâye vardır.


“Tanrı insanı yaratmış ve yeryüzüne göndermiş, ancak yeryüzünden ne bir ayna var ne de bir su damlası..

İnsanoğlu meraklı, ee durur mu, kendinin neye benzediğini keşfetmek için onca yol arıyor, nâfile. En sonunda Tanrı’ya yalvarıp yakarıyor, ey Tanrım ben neye benziyorum, nasıl bir şeyim? Tanrı okyanusları, denizleri, gölleri ve de akarsuları yaratıyor..İnsanoğlu hemen fırlıyor, kendini bir gölde uzun uzun seyrediyor..

Ne var ki bizim ademoğlunun içindeki merak bir nebze duruluyor, lâkin şimdi de içine başka türlü bir kurt düşüyor. Varıyor bizimki yine Tanrı’nın huzuruna; ‘Tanrım demiş, ben neye benziyorum?’ Tanrı cevap vermiş ‘Görmedin mi neye benzediğini bunca doğal güzelllik içerisinde ey yarattığım?’

Bizim Ademoğlu dile gelmiş, ‘Gördüm görmesine dışsal olarak neye benzediğimi de ben içsel olarak da merak etmekteyim, kimim ben, neciyim ve de neye benzerim?’

Ve Tanrı diğer insanları yaratmış..”

Bu hikâyeyi ilk duyduğumda hep düşünmüşümdür, hakikaten başka biri olmasa çevrede, ilişkiye girmesek bilebilir miydik kim olup olmadığımızı? Neye benzeyip benzemediğimizi?

Üstad Krisnamurti’nin dediği gibi ”Yaşam ilişkidir, ilişki yaşama verilen yanıttır. İlişkilere girmemizin tek nedeni KİM OLDUĞUMUZU keşfetmektir.”*


İLİŞKİLER VE AYNA

Tabi özünde hepimiz birbirimizin aynasıyız..Özellikle yakın ilişkilerde bulunduğumuz aile, eş, sevgili ve de dostlarımız sürekli bize bizi yansıtarak mükemmel bir ayna görevi üstlenirler.

Şimdi bütün bu hik âyenin koçlukla ne alâkası var diyebilirsiniz? Çok alâkası var. Bence koçlar, doğru sorularla bize bizi o kadar güzel yansıtırlar ki bazen bir ömür fark edemediğimiz veya bir arpa boyu yol alamadığımız konularda bizi meşgul eden, zihnimizi kurcalayan noktaları - bir başka deyişle kör noktalarımızı- gün gelir bir saatin sonunda yakalarız. Bir nevi olabildiğince berrak bir su misyonunu üstlenerek.

Hevesli ve yeniliğe açık bir İkizler burcu olarak 2005 yılından bu yana naçizane bisürü koçluk aldım. Kiminden memnun kaldım. Öncelikle müthiş koçlarla tanıştım, keşke insanlar bu kadar önyargılı olmasalar mesleğe karşı, elbette işe yarıyor koçluk. İnsan insanın aynası ve dahi şifası. Kiminden memnun kalmadım ki onlar bile bana çok şey kattı; misâl neyin neden yapılmaması gerektiğini anladım onlar sayesinde.

Zamanla işi o derece ileriye götürdüm ki, iç sesimi dinleyerek Gestalt Koçluk Eğitimi ve sertifikası aldım. İyi ki de...Şimdi ICF (Interntional Coaching Federation) bünyesinde PCC (Professional Certified Coach) seviyesinde koçum. Biliyorum daha katedeceğim kilometrelerim, dönüştereceğim yönlerim mevcut.

İtiraf edeyim, masanın her iki ucunda da oturmak halâ hoşuma gidiyor. Masanın bir ucunda danışan olarak; hayata açılan penceremi her seferinde biraz daha genişleterek yaşam oyunumun kalitesini bir tık yukarıya taşıyorum. Diğer ucunda bir koç olarak birinin hayatına dokunarak amacının gerçekleşmesine vesile oluyorum.

Hayatında hiç ıslanmamış birine “ıslaklık” terimi nasıl anlatılabilir? Sözün özü tarifi bir dereceye kadar mümkün. En iyisi yaşayıp görmeli...



*J.Krisnamurti (1895-1986), dersleri ve yazılarıyla binlerce kişiye ilham veren dünyaca ünlü bir tinsel öğretemendi. Yukardaki alıntı “İlişki Üzerine” adlı kitabındandır.


Ağacı Sev, Yeşili Koru

Ağaçlarla büyüdüm ben, bir nevi ağaçlarla paylaştım hayatımı ve babamı.

Babam emekli Orman Bölge Şefi. Orman sevgisini ondan aldım, taa damarlarıma işledi. Elleriyle diktiği fidanları “Evlatlarım benim” diye sever, fotoğraflarını çekerdi. Ne yalan söyleyeyim çocuk aklımla az biraz kıskanırdım. Zaman zaman arazi aracı ile ormanın derinliklerine giderdik beraber. Ağaçları sayardı tek tek, hepsinin faydalarını ve karakteristik özelliklerini. Vakti gelir canını dişine takarak orman yangınlarının içine dalardı.

İlkokul yıllarımdan “Ormanlar yurdun akciğerleridir” sözünü hatırlarım. Ciğerim yanıyor denir ya ciddi kayıplar karşısında, şimdi gerçekten ciğerlerimiz yanıyor. Bu deyim iki kat anlam ve ağırlık kazanıyor yüreğimde.

Evet, doğal felaketler hep olacak. Tarih boyunca oldu. Elbette öncesinde önlem de alacağız, sonrasında hatalarımızdan dersler de çıkaracağız. Maalesef insanoğlu kendi eliyle bile isteyerek veya istemeyerek felaket yaratabiliyor. Gelin gerçek bir hikâyeyi babamdan dinleyelim;

“Vaktiyle köyde babası müebbet hapse çarptırılmış bir delikanlı vardı, babasının yaşadığı durum nedeniyle kendisine istediği kız verilmeyince haince bir plan yapmış. Köyün ilgisini başka bir yöne çekecek. Nasıl mı? Orman yakarak. Nasıl olsa ağaçların dili yok ya. Karşı koyamaz ya. Köylüler orman yangınına koşarken o da kızı kaçıracak aklınca”. Bu talihsiz ve vicdansız hareket ne yazık ki çokça orman arazisinin yanmasına yol açmış, Allah’tan bu cahil eylemin faili yakalanmış.

Gel de Yunus Emre inceliğini arama. Taptuk Emre dergâhı için kurumuş ağaçlardan odun keseceği zaman kesmeyeceği yeşil canlı ağaçlar yüksünmesin diye baltasının keskin yerini kumaşa sararmış sevgili Yunus.

Bugün “bir” olma zamanı. UNESCO, 2021 yılını Hacı Bektaş Veli yılı ilan etti; “Elden gelen her iyiliği herkese yapınız” der büyük gönül adamı. Kimin elinden ne geliyorsa (maddi-manevi, bireysel-kurumsal) ortaya koyma zamanı. Yardım etmek istiyorsanız ve nereye dair yardım edeceğinize dair kafanız karışıksa bir adres paylaşmak istiyorum. Üstelik şahsen de dahil olabileceğiniz (yanan yerler için sonrasında su tesisatı döşeyerek veya bina boyayarak bile destek olup çalışabilirsiniz) bir platform;http://birdestekbiryuva.com/

Umarım yaralarımızı derhal sararız.  Umarım bu günler tez vakitte geride kalır...

Hamiş: Kampanya, İhtiyaç Haritası (https://ihtiyacharitasi.org/) ve NEF Vakfı (http://www.nefvakfi.org/)  işbirliğinde hayata geçirilmiştir. Proje, Afet Platformu ve ilgili kamu kuruluşları işbirliği ile yürütülecektir.Kampanya 2 ana alanda destek sağlayacaktır:

1. Yaşam Alanlarının Yeniden Tesis Edilmesi

2. Geçim Kaynaklarının Yeniden Tesis Edilmesi

Detay bilgiye yukarda paylaşmış olduğum web sitesinden ulaşabilirsiniz.

USTA USTA NE DİYON BU HUSUSTA?

Usta “Her şeye mor enerjiyle bakandır.”

Üstad ne ola?

Bayılıyorum böyle az ve öz cümlelere. Neler anlatıyor neler? Usta bağımlılıklarından özgürleşendir, kabul ve akışta olandır, olaylara kapsamlı bakabilendir, olayın içinde dahi olsa, bir adım dışardan gözleyebilendir. Hem bu dünyada olan hem bu dünyadan etkilenmeyendir.

Etkilenmek demişken, Ankara’ya gittim geçenlerde, bir soru üst geçitte “Etkileyici olmak mı istiyorsunuz, etkilenmez olmak mı?” Bir proje lansmanı, söz aşırma değilse hayli yaratıcı. İlk kısmı egodan, ikincisi Öz’den bence. “Hayat seni güldürmüyorsai espriyi anlamadın” diyen Çehov’a atfen, evrenin kozmik şakaları var insanoğluna. Komiktir, insan etkileyici olma arzusunu bıraktığı anda etkileyici olur veya farklı olma çabasını geride bıraktığında gerçekten de farklı.

ÖĞRENME SEVİYELERİ

Eğitim dünyasında olanlar bilir, konu ne olursa olsun, yeni bir şeyi öğrenirken insan 4 farklı aşamadan geçer:

1- Bilinçsiz Yetersizlik

2- Bilinçli Yetersizlik

3- Bilinçli Yeterlilik

4- Bilinçsiz Yeterlilik

Bilinçsiz yetersizliğimizde bir şeyi “bilmediğimizi bile bilmeyiz”, kör noktamızdır zira. Meselâ agresyon sorunu yüzünden biri sürekli işten çıkarılsın, ilişkileri kötüye gitsin, öfkesini kontrol edemediğini bilmediği müddetçe bu kısır döngüyü yaşayacak ve kurban bilincine düşüp sıklıkla karşıyı suçlayacak. Burası bir nevi 'uyuma' noktası.

Bir öte aşamada, 'bilinçli yetersizlikte'; biri gelir der kişiye, bir geribildirim alır bir şekilde “Öfkeniz barut gibi, kırıp döküyorsunuz, sizinle çalışmak zor”. Geldi mi artık bu bilincine. Farkındadır kişi, en azından artık “bilmediğini biliyordur”. Neyi mi? Sağlıklı iletişemediğini. Merak başlar içinde. Acaba neyi eksik görmekte ve uygulamakta?

Eğer bu konuyu çalışmaya dikkate değer görürse, üzerinde çalışmaya başlar. Eğitim mi olur, danışmanlık mı koçluk mu, kitaplar okuyarak mı...Skala bayağı geniş. Burada bolca uygulama ve pratik etme yani deneyim vardır. Bir düşer bir kalkar. Mehter marşı misâli, iki ileri bir geri. Yavaş yavaş erkini eline alır er kişi, 'bilinçli ve yeterli' olmaya başlar. Özetle “bildiğini bilmeye” başlar.

HUZURLARINDA USTALIK

Sebat+adanmışlık ile kişi bu konuda öyle bir yere gelir ki, bildiniz ;) ustalaşır, “bildiğini bile bilmez”, yaptığı her ne ise onun için çocuk oyuncağıdır, âdeta nefes almak gibi doğalıdır. Hiç bir usta ile sohbet ettiniz mi? En basitinden, bol ödüllü bir ahçı önümde bana omlet yaptı, malzemeler bilindik, yapış şeklimiz aynı. Ancak bir fark var ki tadında sormayın, yiyin gitsin.

“Nasıl oluyor bu Usta?” dedim.
“Bilmiyorum ki, yıllardır böyle yapıyorum.”

Doğru söylüyordu, insan bilmediğini nasıl anlatsın? İngilizce’de bir tabir var, şaheser anlamına gelen “masterpiece”. Kelime iki ayrı sözcükten oluşmakta; usta anlamına gelen ‘master’ ve parça demek olan ‘piece’. Ustalık eseri öyledir, ne eksiktir ne de fazla, tam kıvamında.

Michalengelo’nun Davud heykelini sanırım bilmeyeniz yoktur. Rönesans döneminin başyapıtlarından kabul ediliyor. Mükemmel insan oranı var. Görenleri hayretlere düşüren eseri için ne der Michalengelo; ”O zaten mermer kalıbın içindeydi, ben sadece fazlalıkları yonttum”.

KİLİT KELİME

Chopin’in günde 8 saat piyano çaldığını biliyor muydunuz? Bir örnek de bizden, Üstad Mimar Sinan. Şehzade Cami için çıraklık, Süleymaniye için kalfalık, Selimiye için de “ustalık” eseri denen başmimardan. Kendisine o kadar çok çamur atılmış ki vaktiyle, cevabı sadece çalışmak olmuş.

Geldik mi kilit noktaya, anahtar ne ola? Çalışmak. Emek kutsal kutsal olmasına da, sizce biz “disiplin”li bir toplum muyuz?

Kelime köklerine bakmayı pek bir severim. Disinlin “discipline” kelimesi ile “disciple” yani öğrenci aynı kökten gelir. Kök anlamı şu; öğrenme kapasitesi. Kelimenin tınısı maalesef hayli olumsuz. Disiplin= itaat, boyun eğmek gibi algılanmış. Oysa daha duyarlı, daha farkında olmayı, daha gerçek olmayı, daha yaratıcı olmayı öğrenmek anlamlarına gelmekte. Sizce, öğrenme kapasitemiz ne alemde? Şahsi bütçelerimizde eğitimin yeri ne?

Yükselen burcum hayli disiplinli olan Oğlak. Şanslıyım bu konuda :) Sürekli bişeyler öğrenme ve keşfetme sürecinde olmak dünyayı yaşanır kılmakta kanımca.

USTALARIN USTASI

Usta potansiyelini açığa çıkarmış, kullanan, çevresine de bu yolla fayda sağlayan, değer yaratan insan ise son söz ustaların ustasından gelsin bizlere;

"Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, o hedefe yürüyeceksin. Önüne sayılamayacak güçlükler yığacaklardır...kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu güçlükleri aşacaksın. Ondan sonra da sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere gülüp geçeceksin."   M. Kemal ATATÜRK


Ondan Şikâyet Bundan Şikâyet

 Ne çok şikâyet ediyoruz, değil mi? 

Hiç fark ettiniz mi bilmem, gün içinde havadan sudan konulardan tutun da ciddi meselelere değin epey geniş bir şikâyet skalamız var insanlık olarak. Hoşnutsuz hissedip akabinde sıklıkla yakınıyoruz. 

Bence şikâyetin iki yüzü var; birini şikâyet etmek ve genel anlamda şikâyet. Sırasıyla gidecek olursak; birini şikâyet etme kavramıyla başlayayım ki ülkemizde maalesef bolca mevcut. Ablana kızıp annene söylersin, eşinle ilgili rahatsız olduğun konuları kız arkadaşına anlatırsın. Hele ki işyerinde yapılanı yok mu? Daha az önce öğle yemeği yediğin takım arkadaşını müdürüne bir güzel şikâyet edersin. Pekiyi ama neden? Hemen aklıma gelenler;

· Yüzleşmekten korkuyoruz (ki topraklarımız düellodan ziyade bizlere Bizans entrikalarını miras bırakmıştır)

· Hoşnutsuzluğumuzu nasıl ifade edeceğimizi bilmiyoruz

· Karşımızdakini kaybetmekten korkuyoruz (sevgili, eş, arkadaş vbg..)

· Egomuz bir şekilde bu işten fayda görsün istiyoruz (öbürünü paspas ederek kendine pay çıkarma isteği; daha iyi evlât, daha iyi çalışan olma, göze girme, gözde olma vbg.)

Mümkün mertebe sıkı bir yüzleşme taraftarı olarak, neden bunca şikâyete başvurulduğunu pek anlamamakla beraber bu olgunun nörolojik gerçekliği hayretler içerisinde öğrenmiştim.

Incognito ve Beyin adlı kitaplarında David Eagleman, nörobilimci gözüyle bu olayı bir güzel açıklar. Meğer ortalama insan beyni ilk duyduğuna inanma eğilimi gösterirmiş ve diğer sonradan duyduklarını pek kale almazmış. Sanırım haklı çıkma gayesiyle, özellikle iş yerlerinde yaşanan sorun hemen hoşnutsuzluk yaşanan kişiden ziyade, ilk amirle pek de yapıcı olmayan bir şekilde paylaşılıyor. Neden yapıcı değil? Çünkü şikâyet edilen taraf odada yok ! Onun perspektifinden olay dinlenmiyor. Sonuç maalesef “Çamur at, izi kalsın,” gibisinden bir durum....

ŞİKAYETİN ÖBÜR TÜRLÜSÜ

Arkadaşımla pandeminin olmadığı normal günlerden birinde, bir restauranta gitmiştik. Şimdi milattan önce gibi geliyor serbestçe gezip tozabildiğimiz bu zamanlar :) Arkadaşım başladı şikâyete;

“Tamam açık havadayız da, masalar çok yakın, bu kadar da çok sigara içilmez ki, içeceksen evinde iç, ya da içeceksen nezaket gereği bir yan masaya sor....” falan filan. Hayli yakın konumlandırılmış masalarda, (biri oldukça yakın, hâttâ kendi masamızda sayılabilecek yakınlıkta) durmaksızın sigara içen 2-3 kişi. Sigara içenler alınmasınlar; böyle bir durumda içmişten beter oluyorsunuz. Ve fakat kabul etmeliyim şikâyetin ağır bir enerjisi var. Hevesle yapılan buluşmanın tadı gitgide kaçıyor. Bir yandan yemek yerken diğer yandan arkadaşımı sakinleştirmeye çalışıyorum. İçim şişiyor; şikâyetten mi yoksa hızlı yenen yemekten mi belli değil...

Dönüşte metroda içim içimi yerken buluyorum kendimi. Çaresiz hissediyorum, arkadaşıma yardım edemedim. Keyifsiz hissediyorum çünkü güzel bir zaman dilimi paylaşmadık. Üzerine karnımdaki şişlik. Konuyu enine boyuna tartıp, düşünüp dururken; açılan kapılardan sızan soğuk bende adetâ bir duş etkisi yaratıyor. İtiraf edeyim, sanki ufak yanan ampuller misâli farkındalıklar uyanıyor içimde şikâyet etmeye dair.

Arkadaşım aslında birini şikâyet etmiyordu, sigara içilmesinden dolayı genel bir şikâyeti vardı. Ve bütün bunların altında yatan bir isteği. Aslında istisnasız her şikâyet ettiğimizde altta yatan bir istek var. Bunun ardında da sıklıkla karşılanmamış bir ihtiyaç;

Çok sigara içiliyor burada. (Şikâyet)

Sigara içilmemesini arzuluyorum. (İstek)

Rahat nefes alabilmeye ihtiyacım var. (İhtiyaç)

Şikâyet ediyoruz, çünkü şikâyet kolay olanı. Bilip gördüğümüz kalıp. Kısa vadede bir götürüsü yok, belki deşarj bile olabiliyoruz. Kısa vadede diyorum çünkü uzun vadede her şikâyet ettiğimizde aslında kendi gücümü görmezden gelip kurban psikolojisine giriyoruz. Sadece gücümüzden vazgeçmekle kalmıyoruz, enerjimizi düşürüyoruz, keyfimizi kaçıyoruz. Olasılıklarımızı daraltıyoruz.

Öbürü belki zor olmasa bile bize zor geleni. Bu hız çağında öncelikle ihtiyacını fark edeceksin. Burası başlı başına bir dert zaten. Çünkü ihtiyaçlarımıza duyarlı olup onları algılayacak ve anlayacak şekilde eğitilmedik. Gelelim en az bunun kadar zahmetli olan sonrasına. Bunu ricaya/isteğe dönüştür ve karşıya dile getir, kolay mı? Hadi karar verdik, nasıl dile getireceğiz? İnsanın başına terlik yemeyeceği ne malum?

Şimdi geriye dönüp baktığımda, arkadaşımın inisiyatifi ele alıp masalara rica etmek, ihtiyacını dile getirmek, bu karşılanmıyorsa oradan kalkıp zor dahi olsa başka yere gitme gibi bir hareket alanımız olduğunu görüyorum.


BİLİNÇLİ ŞİKAYET

“İlla şikâyet edeceksen, maksatlı et, bilinçli et,” der Duyguların Dili kitabında Karla McLaren. İlk bu satırları okuduğumda hayrete düşmüştüm. Bizlere hep “şikâyet etme” denmiyor muydu ve biz de kendimizi tam aksi yönde şikâyet ederken bulmuyor muyduk? Yazarın bizi özgür bırakması nasıl da hoşuma gidiyor, bir bilseniz.

Sanıyorum hoşnutsuzlu hissi son derece insanî, sadece bizler bunu genelde yıkıcı bir şekilde kullanıyoruz. Bunu olumlu bir şekilde kullanabilir miyiz sorusunun cevabı bu satırlarda gizli olabilir miydi?

“İlk önce şikâyet edilecek sessiz, yalnız kalabileceğiniz bir mekân yaratın”, der yazar. “Şikâyetinizi dile getireceğiniz makam Tanrı olabilir, doğa olabilir, odanızın duvarı olabilir, evcil hayvanınız olabilir, üzerine olayı/kişiyi hatırlatan eşya/objenin (fotoğraf, karikatür) olduğu bir şikâyet altarı (sunak, kutsal alan) bile yaratabilirsiniz,” diye devam eder.

Sonrasında ne mi yapacaksınız? “Şimdi şikâyet ediyorum...,” diye başlıyorsunuz ve başlıyorsunuz yakınmaya, sızlanmaya, kızmaya ve hattâ haykırıp küfretmeye. Zaten yapmıyor muyuz hayat içinde! Neler mi oluyor?

İlk bunu duyduğumda hayli şaşırıp- itiraf edeyim biraz da şüpheye düşüp- meraklı bir İkizler olarak hemen uygulamaya koyulmuştum. Yazar bir müddet sonra şükredip, teşekkür edip eğlenceli bir şekilde bitirin der bu ritüeli. Ben tamamlayamadım bile. Başladım gülmeye. Şikâyet ettiğim konu bir balon misâli hafifleyerek uçtu gitti. Herşeyin sanki farklı göründü gözüme, daha bir canlı hissettim..

Şikâyet bence ateş gibi. Nasıl ateşi kapalı bir alanda harlamayıp kendi haline bırakırsanız bir müdddet sonra söner gider; şikâyet de aynen öyle. Herhangi bir karşı taraf olmadığında, dağlara vuran sesinizin yankısı gibi sadece kendinizi duyduğunuzda yani kısacası dışardan olumlu veya olumsuz herhangi bir destek gelmediğinde hoşnutsuzluk hissi gitgide zayıflıyor, hâttâ tam zıddı gülünç ögeler bile eklenebiliyor. En azından benim tecrübemde böyle oldu.

Dilerim 2021 şikâyet etmeyeceğimiz bir yıl olsun. Temennim bir yana eğer bir gün gerçekten bunu yapacak isek bilinçli yakınmayı deneyin derim ben. Üstelik kimseye zararı yok. Sizinki dahil kimsenin enerjisini düşürmüyor. Belki faydası bile dokunur, kim bilir? Bakalım, ruhunuz neler hissedecek? 





NASILSIN? -2

İhtiyaç dendiğinde aklınıza ne geliyor?

Portakalın Bilgeliği

Hatırlarsanız, bu yazımda duyguların kökeni ihtiyaçlara bakacağımdan bahsetmiştik. Sahi, ihtiyaçlar dendiğinde aklınıza  ne geliyor? Yemek-içmek? Temel ihtiyaçlar? Maslow’un ünlü “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” piramidi?

Şu bir gerçek, ihtiyaçlar doğrultusunda düşünmeyi öğrenmedik. İhtiyaçlarımız karşılanmadığında otomatik olarak çoğunlukla diğerlerinin hatası olduğunu düşündük, belki de sözel olarak saldırdık (laf soktuk, iğneledik, aşağıladık, küstük, kendimizi geri çektik...) Açıkça dile getirirsek, belki aciz-çaresiz-muhtaç şeklinde algılanırız diye çekindik. İhtiyaçlarımız neler, karşılanmadığında neler hissederiz (muhtemelen olumsuz), karşılamak için nasıl ifade ederiz, nasıl sorumluluk alırız; maalesef bütün bunlar öğretilmedi.

İhtiyacımızı ifade etmek yerine sıklıkla inkâr ettik, bastırdık, halbuki ihtiyaçları bastırınca bir yerlere gitmiyorlar. Özellikle biz dişiler. Fazla verici olup, ihtiyaçlarımızı karşılamamayı "erdem" olarak görebildik. İhtiyaçlarımıza biz “değer” vermezsek, başkaları ne kadar değer verebilir?

İHTİYAÇLARIMIZ NELER?

Gelin, aşağıdaki ihtiyaçlarımıza bir göz atalım. Önemi ve hayatlarımızdaki payı kişiden kişiye değişmekle beraber; bunlar evrensel, genel geçer ihtiyaçlar. Genel anlamda bütün ihtiyaçların karşılanması, sıklıkla temel ihtiyaçların (beslenme-barınma-güvenlik...) tatmin edilmesine bağlı. Maalesef dünyamız bu konuda bile hala yetkin değil. Sonrasında niye bu kadar çatışma, anlaşmazlık var diye şaşıp duruyoruz?!

Fiziksel

Hava, Su, Besin, Hareket/egzersiz, Yaşamı tehdit eden canlılardan korunma, Dinlenme

Üreme, Barınma, Dokunma/ temas/ cinsellik

Özerklik

Kendi hayallerini, hedeflerini ve değerlerini seçmek

Kendi hayallerini, hedeflerini ve değerlerini gerçekleştirme planlarını seçmek

Kutlama /Anma

Hayatın yaratılmasını ve hayallerin gerçekleştirmesini kutlamak

Sevdiklerimizin, hayallerimizin ve başka kayıplarımızın yasını tutmak

Bütünlük

Yaratıcılık, Anlam, Kendine değer vermek, Gerçeklik

Karşılıklı Bağlılık ve Dayanışma

Kabul, Taktir, Yakınlık, Topluluk/camia/cemaat, Özenli olmak/ Gözetmek-gözetilmek

Hayatın zenginleşmesine katkıda bulunmak 

Duygusal güvenlik, Maddi güvenlik, Empati, Dürüstlük, Sevgi, Şefkat, Önemsemek, 

Güven vermek, Dikkate almak/ alınmak, Saygı, Destek, Güvenmek, Karşılıklı Anlayış, İçtenlik, 

Sıcaklık, Kolaylık, Rahatlık, Alan, Eşit değerlilik, Bağlantı, Netlik, Denge, İstikrar, 

Sürdürülebilirlik

Oyun

Eğlenmek, Gülmek, Şakalaşmak/ Mizah

Manevi Birlik/ İçsel Bağlılık

Güzellik, Uyum, İlham, Düzen, Barış, İç huzuru

İFADE

İhtiyaçlarımızın farkına vardığımıza göre, ikinci aşama bunları ifade etmek olabilir. “Niye kendimizi ifade etmiyoruz?” sorusunun cevabı sanırım kendimizi “kırılgan-savunmasız” yapmaktan kaçınmamızda saklı. İlk başlarda bu son derece ürkütücü olabilir, koca bir bilinmezlik. Nasıl algılanacağız? Eleştirip etiketlenecek, hatta yargılanacak mıyız?

Portakalın Bilgeliği

Aslında çok aradığımız “gerçek yakınlık” ancak bu şekilde oluyor. Tamam, “dünya böyle değil, henüz hazır değilim” dediğinizi duyar gibiyim; ilk etapta sadece kendimize ve çook yakın hissettiklerimizle başlamaya ne dersiniz? Aksi taktirde şu sarmaldan çıkamayız; ya kendimiz, suçlarız, yakınırız, dövünür dururuz veya karşıdakini suçlar durur, küser, laf sokar, iğneler, aşağılar, çemkirir, hatta bağırır çağırırız.

Aşağıdaki ifadelere bakalım mı beraber? Size söylense neler hissedersiniz? Neler değişiyor sizde? İlk cümle ve son cümleler arasında ne farklar var? Başkasına ifade etseniz, neler değişir?

Ufak tefek laflarla canımı sıkıyorsun, çok anlayışsız birisin (durum+yargı)

Ufak tefek laflarla canımı sıkıyorsun (durum)

Söylediğin küçük şeyler bazen acı veriyor, üzülüyorum (duygunun sorumluluğunu üstlenmek)

Söylediğin küçük şeyler bazen acı veriyor, üzülüyorum; çünkü seninle yakınlık kurmaya ihtiyacım var (duygunun+ihtiyacın sorumluluğunu üstlenmek)

Söylediğin küçük şeyler bazen acı veriyor, üzülüyorum; çünkü eleştirilmek değil, taktir edilmek istiyorum (duygunun+ihtiyacın sorumluluğunu üstlenmeye dair başka bir örnek)

BİTİRİRKEN

Gençlerin deyimiyle “Kendi duygu ve ihtiyaçlarımızı anlamanın” bir “tık” ötesi “; “başkalarının duygu ve ihtiyaçlarını sezmek” olurdu. Bu sanırım empati... Yine gençlerin deyimiyle; en tatlışı da “Başkalarının duygu ve ihtiyaçlarını sezmekle kalmayıp; onlara alan açmak, fırsat tanımak” olurdu...Bu  ise, dünyada barışa gidecek yol olmaz mıydı? 


*İhtiyaçlar tablosu Marshall Rosenberg’in “Şiddetsiz İletişim” kitabından aynen alınmıştır.

Portakalın Bilgeliği © all rights reserved
made with by Alpha